VİYANA’DAN İSTANBUL VE TRABZON’A

ŞARK SEYAHATLERİ

TUNA NEHRİ BOYUNCA VİYANA’DAN İSTANBUL VE TRABZON’A

TUNA NEHRİ BOYUNCA VİYANA’DAN İSTANBUL VE TRABZON’A
Türk diline ve edebiyatına kazandırdığım bu ikinci kitap da baskıdan çıkmış olup satışa sunulmuştur. Eseri internet üzerinden olduğu gibi, tüm kitapçılardan da temin edebilirsiniz.
Açıklama:
Türkler denize benzer, gittikleri yerden geriye çekilseler de tuzu arkada kalır.
Günümüzde Balkanları böyle anlasak da geçmişte hiçte öyle değildi. Aradan bir asır geçmiş olsa da Balkanların her yerinde Türklerin izleri saklıdır.
Prof. Dr. Kari Koch, 1843 yılındaki Viyana-Trabzon yolculuğunda 2622 km yolun 2300 km kadarını Türklerin hakimiyeti olan bölgelerden geçerek Trabzon’a gelmiştir. Tuna Yolculuğunu buharlı gemi ile yapan Prof. Koch, yazdığı bu eserin önemli bir bölümünü İstanbul’a ayırmıştır. Prof. Dr. Kari Koch 1843 yıllarında ülkemizin sosyal yapısını, yaşam tarzını, siyasi ve iktisadi durumunu özenle kaleme alarak arkada kaynak bir eser bırakmıştır.
Çeviri: Mehmet Nuri Sunguroğlu

Yayın Tarihi: 06.09.2021
ISBN: 9786257472364
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 448
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kâğıt Cinsi: Kitap Kâğıdı
Boyut: 16 x 23 cm 

Tüm kitapçılarda

DOĞU KARADENİZ DAĞLARI VE K-DOĞU ANADOLU SEYAHATİ 1843

KİTAP TANITIMI

Yazar: Prof. Dr. Karl Koch.

Çeviri: Mehmet Nuri Sunguroğlu

DOĞU KARADENİZ DAĞLARI VE K-DOĞU ANADOLU SEYAHATİ 1843

İki yıllık zor bir çalışmanın sonunda beklenen kitap baskıdan çıkarak satışa sunulmuştur. Cinius Yayınlarının emeğiyle ilk baskısı yapılan eser, aşağıdaki adresten olduğu gibi tüm kitapçılardan temim edilebilir.

https://cinius.shop/cevirmen/mehmet-nuri-sunguroglu/

Kitabın içeriği hakkında kısa bilgi:

1836-38 ve 1843-44 yıllarında Güney Rusya’da araştırmalar yapan Prof. Dr. Karl Koch, Güney Rusya’ya ek olarak Anadolu, Hazar Denizi ve Kafkas Dağları’nı da ziyaret ettiği ikinci gezisindeki çalışmalarını 3 Cild olarak; “1843 ve 1844 yıllarında; “Şarkta Seyahatler” adlı eserinde yayımladı. II. Cilt olan bu eserin içeriği Trabzon, Rize, Artvin, Erzurum, Muş, Malazgirt, Kars ve Gümrü arasındaki vadileri, dağları, şehirleri, kasaba ve köyleri kapsamaktadır. Prof. Dr. Koch arkada bıraktığı bu eserle sadece bir seyyahın hatıralarını değil, ülkemizin 19. Yüzyılda içinde bulunduğu siyasi, idari, iktisadi, sosyal ve kültürel yapısını da işleyerek arkada kaynak bir eser bırakmıştır.

Çeviri: Mehmet Nuri Sunguroğlu. Pratik Alman dili edebiyatı

Gezi notları, ÇORUH AŞAĞI, İSPİR’DEN YUSUFELİ’NE

ÇORUH AŞAĞI, İSPİR’DEN YUSUFELİ’NE

Dünyanın ender rastlanan bitki örtüsüne ev sahipliği yapan kocaman Çoruh vadisi bir inşaat sahası olmuş. Baraj ve HES projeleri aralıksız olarak devam ederken, barajlar üzerinden geçecek olan yolların köprüyol (viyadük) direkleri vadinin vahşi kayalarıyla yarış eder gibiler. Zaten tehlikeli ve engebeli olan yollar için inşaat nedeniyle verilen servis yolları ise Allah’a emanet. Yolun dar oluşu, keskin ve tehlikeli virajlar yol almanıza imkân tanımıyor. Elbette ki yöreyi bilenler daha cesur olsalar da tehlikesiz oldukları söylenemez.

Vadinin yalçın kayalarının vahşice ama severek kucaklayışı bir taraftan ürkütücü olsa da, görülmeye değer olduğunu fısıldar gibi anlatan bir atmosferin içindesiniz. Bazen yüksekliği, bazen de vahşice üzerinize düşecek gibi muhteşem kayaların arasından yavaşça ilerlerken kendinizi farklı bir dünyada hissetmemek için hiçbir sebep kalmıyor.

Bayburt sonrası Çoruh adını alan Çoruh suyu, İspir Kalesinin altında birleştiği İspir çayından sonra uzandığı vadide daha da artarak Çoruh nehrini oluşturuyor. Yusufeli’ne takriben 15 km kaldığında yolların daha da daraldığı bir mesafedesiniz artık. Biraz daha devam edince iki arabanın yan-yana geçemediğine şahit olurken, sanki 200 yıl gerilerde olduğunuzu düşünmemek elinizde değildir.

Döndüğüm bir virajın kenarında iki arabanın sığabileceği küçük bir park yerinde durdum. Aslında burası park yeri değildi, karşıdan gelen arabaya yol vermek için küçük bir alandı ama bunu daha sonra anlayacaktım.

Yolun kenarından 1 m genişliğinde 10 cm derinliğinde küçük bir ırmak akıyordu. Dağlardan aldığı suyunun soğuk olduğu hissedilir gibiydi. Kenarına oturarak ayaklarımı suya bıraktığımda yeniden can bulmuş gibiydim. Sırtında taşıdığı çuvalıyla gelen yaşlı nine yavaşça yoluna devam ederken; “çuvalda neyin var ana” diye sorduğumda, “elma var evladım, istersen biraz vereyim” dedi.

İspir Yusufeli arası 81 km mesafelik bir yol. Genel olarak 1 saatlik bu yolu tam 4 saatte gidebildim.

Tarihin derinliklerinden gelen, Sancak Beyliklerine mekân olan Yusufeli’ne Kazim Karabekir Mahallesinden giriyorsunuz. Eğer mahallenin adını okumamış olsanız belki de burasının muhteşem geçmişiyle uyumlu olmadığını düşünerek yanlış mı geldim diye sormaktan kendinizi alamazsınız. Dar aralıklarda eskimiş evlerin sadece barınaktan başka bir şey diyemeyeceğimiz sokaklarından ilerleyince, Balhar suyunun Çoruh ile birleştiği köprüyü geçince Yusufeli’nin merkezindesiniz. Bir zamanlar bölgenin Sancak Beyliğine ruh veren şehrin içerisinde yükselen binalar sizi tarihten kopararak günümüzün Yusufeli’ne taşımaktadır.

Sıyrılanların diktiği yüksek binalar şehrin merkezini süslerken, kenar mahallelerdeki yaşamı günümüze taşıyan evlerdeki çanak antenlerden başka bir şey görünmüyor.

Tarihinde 7ci defa taşınacak olan Yusufeli merkezi, Yansıtıcılar Mevkiinde yeni kurulan şehirlerine taşınırken; Yusufeli sakinlerinin hatıraları Yapılmakta olan Yusufeli barajının sularına gömülecek olsa da, akıllarının geride kalmayacağından eminim.

İlçenin çıkışında benzin takviyesi yaptıktan sonra Erzurum yolu üzerinden Tortum’a doğru Yusufeli’ne veda ettim.

Gezi notları.

Sunguroğlu 9 Ağustos 2020

HÜMANİZM, PASİF DİRENİŞ VE EMPERYALİZM

[Bir sineği yakalasam dokunmam, pencereden salıveririm]
HÜMANİZM, PASİF DİRENİŞ VE EMPERYALİZM
Elbette ki bir karınca dahi ölmesin, bir kelebeğin kanadı kırılmasın. Analar ağlamasın, çocuklar tüfek dipçiğiyle itilmesin. Kim, hangi insan bunları isteyebilir!
Tüm bunların önlenebilmesi için hümanizm düşünce yeterli midir?
İşte asıl soru da budur!
Tarih şahit olmuştur ki; Mahatma Gandi gibi kitleleri arkasına alamayan hümanizm ezilmeye mahkûm olmuştur.
Caydırıcı gücü olmayan hümanizm, vahşi bir saldırının karşısında hala daha pasif direniş yolunu seçerek düşmanı dizginlemeyi düşünüyorsa, bu bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Zira hümanizm felsefesine sadık kalmak için pasif direniş yolunu seçmek, emperyalizm denilen çağımızın lanet olası hastalığının sahiplerine daha da cesaret vereceği kaçınılmaz olur.
Bunu tarihte gördük, günümüzde görüyoruz, gelecekte başka türlü olmayacaktır.
Her azgın gücün karşısında bir başka güce ihtiyaç vardır. Bunu da Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra dünyada at koşturan Amerikalılar bize öğretti!
Evet…
Hümanizma evet, ama nereye kadar?

Mehmet Nuri Sunguroğlu
15.10.2019

TRABZON’UN 1869 YILLARI

Gâvur meydanında (Bugünkü Meydan ve park alanı) İskender Paşa cami ve Trabzon’un 1869 yılları!
TRABZON 1869
[…] Az ötede nalbantlar vardır. Biraz daha ötede kuyumcular, kirli ve kara küçük bir dükkânın içinde diz çökmüş, küçücük şaheserler yapıyorlar.
Kuyumculardan çıkınca, umumiyetle Ermeni olan terzilere giriliyor. Bir camekânın arkasında, muhtelif tatlı renklerde ipekli, kadife ve çuha esvapları işliyorlar ve dikiyorlar.
Şekerciler, lokumcular, kavurmacılar ve diğer yiyecek satıcılar da çok; fakat çarşının en dikkate değer kısmı arabacılar, saraçlar, kunduracılar, çizmeciler ve bakırcılardır.
Kahveler, bütün şark kahvelerinin aynıdır. Büyük bir salonun etrafında üzeri kilim ile döşenmiş peykeler çevrilmiştir. Bunların üzerinde nargile tiryakileri kahvelerini içerler. Kahveci ekseriya ayni zamanda berberdir. Müşterileri, kahve içerek ve konuşarak sıralarını beklerler.
Trabzon’un kırk bin nüfusu vardır. Trabzon Türklerinin büyük bir kısmı tüccar ve balıkçıdır. Trabzon’da tüccar ve işçi olarak İranlılar da vardır; ince dudakları, her arzuya yatkın derecede tabiatları ve çıkarlarını bilmeleri sayesinde kısa bir zamanda servet sahibi olurlar.
Osmanlı memleketlerinde Avrupalılarla ayni derecede kapitülasyonlardan istifade etmektedirler.
Trabzon Ermenilerine gelince; Gregoryen ve Katolik mezheplerine sadık olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Aile hayatları, ananelere göre tanzim edilmiştir. Çocuklar babalarının önünde asla oturamazlar, kızlar, yemekte sofraya hizmet ederler. Mezhep ayrılıkları aralarında mücadeleyi eksik etmez.
Kıyafetlerine, çapraz bir yelek, üstüne kısa bir ceket giyerler; bellerine geniş bir ipek kuşak sararlar. Pantolonları geniş, şişik ve ayak bileklerine kadardır. Umumiyetle başlarına fes giyerler. Üzerine ipekli veya adi bir yemeni sararlar.
Trabzon Rumları ’da, Ermeniler gibi devletin reaya diye anılan tebaaları-dır. Babıali’den ziyade Rusya’ya karşı bir bağlılık, muhabbet göstermektedirler. Onları bu tercihe sevk eden mantığı anlamak kolay değildir. Bence efendinin değişmesi zararlarına olacak. Din ve politika meselelerine fazla düşkündürler. Babalarının kıyafetini muhafaza etmemişlerdir. Çoğu alafranga giyiniyorlar.
Evlerinin dışında bütün Trabzon kadınları çarşafa bürünürler, hangi milletten ve hangi dinden oldukları ayırt edilemez. Bazıları yüzlerini siyah bir peçe ile örterler.
Zenginler beyaz üzerine geniş menekşe kafesli ipekli çarşaf, fakirler küçük beyaz ve mavi kafesli bez çarşaf giyerler.
Trabzon’un çamurlu sokaklarında dolaşabilmek için kadınlar pabuçlarının altına ayrıca on santim yüksekliğinde nalın giyerler.
Bilâkis, evlerinde kadınların esvapları pek lâtiftir. Bir kadın veya genç kızın serveti, saç ve boyun altınlarıyla sayılır. Bazı ermeni kadınlarının ziynet altınları arasında fevkalâde kıymetli eski zaman paraları bulunur.
***
Kaynak: Trabzon’dan Erzurum’a 1869 / C
Çeviri: Reşad Ekrem Koçu / ÇIĞIR KİTABEVİ – İstanbul
Sadeleştiren: Mehmet Nuri Sunguroğlu 15.10.2018
Resim: Gâvur meydanında İskender Paşa cami ve Trabzon 1869
Resim: Théophile-Louis Deyrolle 1869

ARSİN’İN KÖYLERİNDEN BİR PAŞA GEÇTİ… FEVZİ PAŞA

>>Trabzon’un acı dolu işgal yıllarında vurduk vurulduk ama boyun eğmedik. Ruslar öyle elini kolunu sallayarak gelmedikleri gibi, giderken de çay molasıyla uğurlamadık. Yöremizin bu acı tarihini hafife indirgemeye çalışanlar tarihin gerçeklerini inkâr edemezler. Edenlere ise ancak utanmak düşer!<< 
ARSİN’İN KÖYLERİNDEN BİR PAŞA GEÇTİ… FEVZİ PAŞA 
Trabzon’un Rus işgali yıllarında ağırlıklı olarak Karadere ve Yanbolu dereleri en ağır Rus saldırılarına uğrayan iki vadisidir.

Bu iki Vadinin stratejik özelliğini kontrol altına almak isteyen Rusların yaptıkları taarruzlara karşı direnen Türk askerleri ve yerli çeteler Ruslara ağır kayıplar verdirirken, kendilerinin de verdiği zayiatlar hiçte az değildir.
Gerek askerimiz, gerekse yerli çetelerimizin verdikleri kayıplarda Ruslara yardım eden yerli ajanların da katkısı küçümsenemeyecek kadar fazladır.

Türk askerinden her konuda 10 kat daha fazla güce sahip olan Ruslara karşı verilen mücadele yıllarında Karadere ve Yanbolu vadisinin dağları ve tepelerindeki askerlerimizi teftiş ve moral vermek için köylerimize gelen Fevzi Paşa, Arsin güzergâhı üzerinden Trabzon Santa Kervan yolunu kullandığı kesindir.

Araklı’da ki savunmaya 3. Mıntıka Komutanı olarak atanan Fevzi Paşa, daha sonradan Mareşal olacak olan Fevzi Çakmak Paşadır.

9 Nisan 1916 günü Fevzi Paşa (Çakmak), o sırada Gümüşhane’de bulunan ve Trabzon’da ki askeri birliklere de komuta eden III. Ordu Komutanı Vehip Paşa (Vehip Kaçı) ile görüştükten sonra Trabzon’a hareket eder.

Fevzi Paşa (Çakmak) 11-25 Nisan 1916’da, Türk sahil cephesi karargâhının bulunduğu o zaman ki Yomra, bugünkü Arsin ilçesine bağlı olan büyük-Hara (Yolüstü) Köyü’ne gelir ve teftişte bulunur.

Fevzi Paşanın ziyareti asker arasında büyük sevince yol açmış olup, Türk askeri bütün mevzilerde tekbir getirmeye başlamıştır. Tekbir sesleri Yanbolu ve Karadere vadisinde dalgalanıp yayılarak asker ve yerli savunmacı güçlerimize en büyük moral desteği olmuştur.

Yörenin savunmasının komutanı Fevzi Paşa, bundan sonra Aho Dağı zirvesine çıkmış, mevzileri denetlemiştir.

Fevzi Paşa… Büyük-Hara köyüne Arsin üzerinden gittiğine göre, Arsin-Santa Kervan yolunu kullanmış olduğu kesindir.

Bilindiği gibi bu yolun güzergâhında, Holefter (Elmaalan) Digenei Zir ve Bala (Işıklı ve Dilek) Cicera (Çubuklu ve Çiçekli) köyü de bulunmaktadır.

Büyük-Hara köyündeki askeri denetimden sonra Aho dağına da çıkan Fevzi Paşa yol güzergâhındaki köylere de uğradığı muhakkaktır.
Büyük-Hara ile Aho dağı arasındaki yolun nerelerden geçtiğini bilenler varsa, yazmalarını önemle rica ediyorum.

Bu acılı yılların tarihi akımını öğrenmek için geç kalınmış olsa da, şimdilerde Ülke tarihinden sonra, Vilayet ve ilçe tarihlerini de ortaya çıkaran ve yazarak bizlere kadar ulaştıran tüm emeği geçenlere sonsuz teşekkürler olsun.

Derleyen ve Sunum: Mehmet Nuri Sunguroğlu 27 Şubat 2018
**
Kaynaklar:
Mehmet Akif Bal / Fevzi Paşa’nın mevzileri Ankara, 1948, s. 41; / Bal, a.g.m., s. 568. 24 / Hikmet Öksüz-Veysel Usta, “I. Dünya Savaşı Sırasında Rus Donanmasının Trabzon ve Çevresini Bombalaması”/ Doğu Karadeniz’de Rus İşgali ve Muhacirlik (Editör: Veysel Usta) Trabzon, 2016, s. 39. 25
Fevzi Çakmak (Kavaklı Fevzi) (1876-10 Nisan 1950). Yıl: 2016/2, Cilt:15, Sayı: 30, Sf. 31-58 41)

II. ABDÜLHAMİD SULTANIN 100 YIL VEFATI ANISINA

II. ABDÜLHAMİD SULTANIN 100 YIL VEFATI ANISINA

En zor dönemim ustası II. Abdülhamid’i ölümünün 100. Yıl dönümünde rahmetle anıyorum.

33 yıl boyunca kaybettiklerinin yanında milletimiz için olan kazanımları günümüzde var oluşumuzun da bir başka sebebidir.  Bir taraf ta içerideki ayaklanmalar, öteki tarafta dışarıdakilerin doyumsuz iştahına karşı ülkemize 33 yıl nefes veren bu koca Padişahımızın döneminde doğan, eğitim alan, subay ve komutan olanların kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devletini o zor geçen 33 yıla borçluyuz.

Kızıl Sultan da dediler, ama zamanın azgın renkleri arasında daha kızıl olmasaydı, bugün kırmızı al bayrağımız belki de hiç olmayacaktı!

Minnet ve rahmetle Sultanım!

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

10 Şubat 2018

ÇUBUKLU KÖYÜ ARSİN-TRABZON

Her şey mükemmeldi.
Güneşim uzaklığı, ısı yakısı, atmosferin yoğunluğu, bulunduğum yerin yüksekliği, kameramın geniş açı objektifi… Hepsi optimaldi. Korktuğum tek şey, heyecanımı yenememekti.
Derin bir nefes çekip içimde tuttum ve deklanşöre dokundum. Sonuç mu? İşte bu gördüğünüz harika resim ortaya çıktı.
Çubuklu köyü, bizim köy!

Her şey mükemmeldi.

Güneşim uzaklığı, ısı yakısı, atmosferin yoğunluğu, bulunduğum yerin yüksekliği, kameramın geniş açı objektifi… Hepsi optimaldi. Korktuğum tek şey, heyecanımı yenememekti.

Derin bir nefes çekip içimde tuttum ve deklanşöre dokundum. Sonuç mu? İşte bu gördüğünüz harika resim ortaya çıktı.

Çubuklu köyü, bizim köy!

Resmin bağlantıları:

https://cubuklukoyu.files.wordpress.com/2018/02/c3a7ubuklu-kc3b6yc3bc.jpg

 

https://wp.me/a1iJlu-1aO

Mehmet Nuri Sunguroğlu

3 Şubat 2018

TRABZON SOKAKLARI 1985

TRABZON SOKAKLARI 1985
Bu resimler 33 Yıl önce kayıt altına alındılar.

Geçmişte kalan 33 yıl içinde çok şey değişti bu kadim şehrimizde.

Yollar, arabalar, binalar değişti. Göç verdi, göç aldı Trabzon. İnsanlar değişti. Kıyılara vuran dalgaların kıyıları değişti.

Köyler şehre taşındı ve daha birçok şeyler değişti bu güzel şehrimizde.

En iyisi kendiniz izleyin.

Zamanın şartlarında çekimini yaptığım bu video, sadece bir görsel olarak değil, yakın tarihimizin de bir belgeselidir.

Özel arşiv: Mehmet Nuri Sunguroğlu

SOFU-ZADE FEYZULLAH EFENDİNİN KIZI, MUSTAFA KEMAL’İN ANNESİ MOLLA ZÜBEYDE HANIM

Vefatının 95 Yıl dönümünde saygıyla, hürmetle…

Onlar Rumeli’ne Anadolu Selçuklu Devletinin yüreği olan Konya’dan gelmişlerdi. 
Osmanlı gelenekleri dâhilinde fetih edilen yerlerin Türk boyuyla şenlenmesi için Anadolu’dan Rumeli’ye gönderilen Türklerdi onlar.
Fatih Sultan Mehmet 1466 yılında Karamanoğullarını ortadan kaldırdıktan sonra, Konya’nın Türkmenlerini Rumeli diyarına göndermişti. Aralarında Sofu-zade Feyzullah Efendinin de dedeleri vardı. Öz ve öz Türkmen olan bu aileye Konya’dan geldikleri için de „Konyarlar“ derlerdi.
İşte Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım bu aileden Sofu-zade Feyzullah Efendinin kızıdır. Medrese eğitiminde başarılı olan Zübeyde hanımın Molla Zübeyde olması da bu başarısından dolayı kendisine verilmiştir.

Hikâye uzun, çok uzun. Kısa olan tarafı ise bu konuda neden yeteri kadar yazılmadığıdır?

Çok daha acı olanı ise; her türlü ahlak ve insanlıktan yoksun kalmış, elinde tespih ile dolaşan karakter-sizlerin bu memlekette Zübeyde hanım hakkında akla gelmeyecek kadar yalan ve çarpıtmayla adileşmiş yazılar yazmalarına göz yumulmasıdır!
Evet… Dediğim gibi, hikâye çok uzun.
Atatürk’ün annesi merhum Zübeyde hanıma 94. vefatı yılında Allah’tan sonsuz rahmetler diliyorum. Mekânın cennet olsun büyük kadın!

Yetiştirdiğin evlat, dünyanın gelmiş geçmiş en karakterli insanı olması nedeniyle, gittiğimiz her yerde alnımız açık olarak dolaşmaktayız.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
14.01.2018

CUMHURİYET AYINDA, CUMHURİYET BAYRAMINA DOĞRU

[Bizim Cumhuriyetimiz başkalarının Cumhuriyetine benzemez!]
Bizim Cumhuriyetimiz; esaret altına alınmak istenilen bir milletin; zincire vurulmak istenilen ruhunun şahlanışından doğmuştur!

Bizim Cumhuriyetimiz; başkalarının cumhuriyetlerine hiç benzemez. Ne var ki; biz onun asıl ruhunu anlatamamışız, anlayamamışız.
Bizim Cumhuriyetimizi sadece bir idare sistemi olduğunu düşünenler olsa da; bizim Cumhuriyetimiz “sadece bir idare sistemi değildir, biraz daha fazladır!”
Bizim Cumhuriyetimizin ruhundaki değerler batı düşüncesine benzemez, istilacı değildir. Orta doğu, Orta Asya, Kafkaslar, Uzak Doğu, Afrika, Güney Amerika düşüncesiyle bağlılığı yoktur; esareti kabul edemeyen bir milletin eseridir!
Bizim Cumhuriyetimiz iç savaşın sonunda parçalanarak kurulmamıştır. Parçalamak isteyenlere karşı verilen mücadelenin sonunda bileğinin hakkıyla kazanılmıştır.
Bizim Cumhuriyetimiz; biat ve kapı kulu sistemine son vererek, özgür düşünebilen, eşit hak ve hukukun yolunu açan bir Cumhuriyettir.
Bizim Cumhuriyetimiz; Almanlar gibi, dünyayı istila etmeye kalkan bir milletin kafasına vurularak: ”Al sana yeni bir idare sistemi, ülkeni bu sistemle idare et“ diye; batı Almanya’ya verilen emperyalist bir Cumhuriyet değildir.
Bizim Cumhuriyetimiz; Sovyetler birliğinin doğu Almanya’ya sunduğu komünist bir sistem paketi olarak önümüze konulmamıştır.
Bizim Cumhuriyetimiz; esaret altına alınmak istenilen bir milletin; zincire vurulmak istenilen ruhunun şahlanışından doğmuştur.
Bizim Cumhuriyetimiz; „Hürriyet benim karakterimdir“ diyen; bir yüz Yılın liderliğini hala elinde tutan; bin yılın adamı olarak seçilen; ölümünde arkasından sadece dostlarının değil, düşmanlarının da ağladığı bir dehanın önderliğinde ve onun dehasal fikirlerine uyan arkadaşları ve Türk milleti tarafından kurulmuştur.
Bizim Cumhuriyetimiz; cephelerde binlerce şehit vererek namusuna el dokundurmayan bir milletin mirasıdır.
Bizim Cumhuriyetimiz; çocuğunun üzerinden örtüyü alarak; cepheye taşıdığı mermiyi örten kadınlarımızın kurduğu Cumhuriyettir.
Bizim Cumhuriyetimiz, bizim Cumhuriyetimizdir, üzerinde onunla yaşayanların dışında hiç bir başkalarının emeği yoktur, hakkı da yoktur; ve hiç bir zamanda olmayacaktır; çünkü; biz onun bekçisiyiz!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
22.10.2017

 

MEMLEKET İSTERİM BEN!

[Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. 2/148]
ÜTOPYA MI, DİSTOPYA MI… BELKİ DE EUTOPYA, KİM BİLİR!
Memleket isterim ben!
Toplumu ipoteğe alınmayan, düşüncelerine zincir vurulmayan, ne konuştuğunu sorumluca bilen, hür ve özgürce korkudan uzak yaşayan insanların yaşadığı memleket istiyorum!
Memleket isterim ben!
Mahalle baskısı olmayan, fesatçıları kol gezmeyen, yoksula tekme vurmayan, zengine yalakalık yapmayan, vergisini kaçırmayan, zekatın da sadakasında cimri olmayan insanların yaşadığı bir memleket istiyorum!
Memleket isterim ben!
Allah’ın beğenerek yarattığı insanları; dini, dili, rengi farklı olduğu için onları beğenmeyen, dışlayacak kadar kibre bürünmüş insanların kendilerini sorgulayacak kadar zeka testinde sınıfta kalmamış olduğu bir memleket istiyorum!
Memleket isterim ben!
Hakime, savcıya, karakola giderken, özellikle yargılanırken; “torpilim yok, ne yaparım ben” diye düşünmeyenlerin yaşadığı memleket istiyorum!
Çok şey mi istiyoruz ya…!

„Hayal ettiğimiz ideallerimiz“ (ütopya) vardır. Onların asla „olmayacağını“ (distopya) düşünmek bizleri engelleyen unsurlar olup, kendimize vurduğumuz zincirlerdir. Bunu bildiğimiz halde onları söylemekten, hayal etmekten kaçınmayalım. Zira ne hayaller vardır ki, karamsar düşüncelerin olmazlığını „olura“ (eutopya) döndürerek dünyayı değiştirmiş, insanlığa yeni bir dünyanın ufuklarını açmıştır.
Allah’ın gücünde şüphe mi edelim de, hayallerimize zincir vuralım!

2/148: „Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.“ // Bakara Suresi, 148. Ayet.
O halde niye duruyoruz ki? Haydin, hep beraber hayırlara koşalım!

M.N.Sunguroğlu
17.10.2017

 

BAŞKA MİLLETLERİN EĞİTİM SİSTEMİNDEN FAYDALANMAK GÜNAH MIDIR?

Eğitim; „Bireysel ve toplumsal olarak insanlar için var olmanın ve yarınlara kalabilmenin doyurucu aracı değil, ön koşulu ve olmazsa olmazı dır.“ Bunu bir kenara not edelim!

Eğitimi araç olarak kullanmanın tek amacı; bireyi kendisine ve topluma faydalı bir insan olarak yetiştirmektir.
Gelişen ve genişlerken küçülen dünyamızda insan farklılıklarının olduğu kadar, sorunlarımızında farklılıkları olduğunu hepimiz biliyoruz.
Günümüzde sorunlar Kıtalardan bölgelere aksederken, gelecekte bu sorunların çözümü için güçlü beyinlere muhtacız.
Adına Milli Eğitim dediğimiz eğitim düzenimizi koruyarak, evrensel eğitimi de genel eğitim sistemimize entegre etmek, „başka milletlerin hayranı olduğumuz anlamına gelir“ düşüncesini üzerimizden atmak zorundayız.

Haberleşmenin duman ile yapıldığı çağlardan beri dünya milletleri seyyahlar aracılığıyla başka milletlerin eğitim sistemlerini, yargılama metotlarını, hukukta muhakeme etmek prensiplerini, sosyal düzenini, kendi ülkelerine taşımaktan sakınmamış olup, kendi toplumları için gerekli ve faydalı olanını filtre yaparak üstlenmişlerdir. Bunu yaparken hiç bir millet; „din elden gitti“ diye feryadı-figana düşmemiştir.

Tarihin tozlu sayfalarına baktığımızda bunun bir çok örneğini görmek mümkündür.
Yunan eğitimcilerinden Xenoplaen, İran’a gitmiş ve oradaki eğitimin Yunanlılarınkinden farklı taraflarını görmüş ve kendi ülkesine döndüğünde bunları yazıp anlatmış, iyi yönlerinin Yunanistan’da da uygulanmasını istemiştir.
Ülkemizde isminden çok söz edilen ama, „kafir“ olduğu için bir çok kesimden ret edilen Platon; Yunan eğitim sisteminin bozukluklarını eleştirirken, özellikle Isparta’dan (Sparta) esinlenerek “Devlet” adlı eserini meydana getirmiş olması bir tesadüfün eseri değilidir.
Yunan eğitim sisteminin Roma’yı etkilemesinde, Yunanlıların adeta çok iyi bir öğrencisi olan Romalı düşünürlerin önemli payı olduğunu kim nasıl inkar edebilir.

Orta çağda İslam eğitim sisteminin, özellikle medreselerin Avrupa üniversitelerine nasıl örneklik ettiğini; ve bunda seyyahların, tüccarların ve bilgin din adamlarının payını kim inkar edebilecek cür’eti gösterebilir ki.
İslam eğitim düzenini Üniversitelerine öğrenim malzemesi olarak alan Avrupalıların Müslüman olmaktan korkmadıklarını; ve olmadıklarını kim nasıl izah ederek, „biz onlarınkini alırsak kafir oluruz“ diye içeriği boş olan, bilimsel hiç bir açıklaması olmayan itirazlarla karşımıza çıkmaktadırlar.

17. asrın metot çağında Wolfgang Ratke’nin henüz Prenslikler ülkesi olan Almanya’nın eğitim sistemi üzerinde yaptığı değişiklikler ile Almanya’da nasıl çeşitli okul reformları yapmakla görevlendirildiği; yine bir Alman olan J.A.Komenski’nin İngiltere’de, İsveç’te, Macaristan’da davetli olarak okul reform planları yapıp uyguladığını; Fransız D.Diderot’un 18. asırda Rus hükümeti için bir reform planı hazırladığını; G.E.Lessing’in Hollanda, İngiltere ve Fransa’ya eğitim seyahati yaptığı ve bu seyahatlerinden önemli bilgiler edinerek kendi ülkesine taşıdığını hangi eğitimci göz ardı edebilir.

Başlıkta vurguladığım gibi; „Başka milletlerin eğitim düzeninden, sisteminden faydalanmak günah mıdır? Değildir!
Bunu diyenler asıl günahı işleyerek çocuklarımızın geleceğini karartmaya gayret gösterdikleri için vebal altındadır. „Vebal altına girmenin bu dünyada faydası olsa da, öteki dünyada cezası Kur’anı Kerim’de yazıyor!
Saygıyla.
M.N.Sunguroğlu
16.10.2017

 

BU VEBAL AĞIRDIR, ALTINDAN KALKAMAZSINIZ!

[İtiraf etseniz de bir şey değişmez.]
Tüm çocuklarımızın üniversite okuyacak diye bir mecburiyeti yoktur. Bu ülkeye mesleğini öğrenmiş zanaatkar insanlar lazım. Ama siz eğitimciler; çocuklarımızı 4+4+4 ile üniversite okumaya mecbur ettiniz.
Okuyamayacak olan çocuklarımızın meslek öğrenmek yaşını göz önüne almadan kararlar verdiniz. 18 yaşında bir çocuğu çırak diye kim alır yanına diye düşünmediniz. İki yıl sonra askere gidecekleri aklınıza bile gelmedi.
Çocuklarımızı ya okursun, ya okursun-a mecbur ettiniz. Okuyamayacak olanları meslek öğrenemeden düz işçi olarak topluma katılacağının hesabını yapmadınız.
İlk okul diploması vermiyorsanız, en azından 8 yıl sonra orta okul diploması verin de, çocuklarımızın 3 yılını daha harcamayın!
Aklıma gelmişken:
Üniversite okuyan çocuklarımızın işsiz sayısı Türk ordusu kadar büyüdü. Bırakın artık evrensel eğitimi dışlayarak çocuklarımızı kafanıza göre eğitmeyi!
Kendiniz yaptınız kendiniz beğenmiyorsunuz ama; bu arada ne oluyorsa çocuklarımıza oluyor!
Bu vebal ağırdır, altından kalkamazsınız! Mahşer günü çocuklarımız yakanıza yapışacaklar!

M.N.Sunguroğlu
02.10.2017

İSPANYA’NIN REFERANDUM SANCILARI

İspanyanın referandum sancıları üzerine kısa bir yorum.

Mehmet Nuri Sunguroğlu 01.10.2017

Mahkeme kararlarına rağmen bağımsızlığını ilan etmek için referanduma giden Katalanlara karşı merkezi İspanyol hükumetinin şiddetle cevap vermesi İspanya’yı karıştırdı.

Bir tarafta hukuk devletini korumak zorunda olan İspanya hükumeti, öteki tarafta Katalan halkına verdikleri sözü tutmak için mahkeme kararlarını dahi dinlemeyen Katalan bölgesi yönetimi.

500 kadar yaralının bildirildiği çatışmanın sonu nereye varır bilinmez ama; her iki taraf da kendisini haklı olarak gördüğü süre kırılan porselenleri yeniden tamir etmek hiçte kolay olmayacak.

Avrupa Birliğinin meseleye nasıl bakacağı ise hiçte kolay olmayacak olup, İspanya hükumetini desteklemek zorunda olacağını düşünüyorum. Zira Katalonların bağımsızlığını ilan etmesi, Balkanlara yada Baltık halklarının durumuna hiçte benzemiyor.

Tam bağımsızlığına kavuşacak olan Katalonlar Avrupa’da başka ülkelere de örnek olabileceği tehlikesi Avrupa Birliğini düşünmeye zorlayacak ve hiçte kolay olmayacaktır.

M.N.Sunduroğlu

01.10.2017

 

 

 

YIKAMADIĞIMIZ, AŞAMADIĞIMIZ DUVARLARIMIZ VAR

Duvarlarımız var!

Aşılamayacak kadar yüksek örülmüş duvarlarımız var!
Günlük yaşamdan tutun da, geleceğimize dahi gölge olmuş duvarlarımız var; aynen geçmişten günümüze kalmış olan duvarlar kadar, geleceğimiz için de inşa ettiğimiz duvarlarımız var. Bentleri sağlam, ruhları soğuk, görüş mesafemizi engelleyen duvarlarımız var.
Yoksulun fakirin arasında kocaman duvarlarımız var.
Farklı inanç dünyasına inanmışların arasında kin ve nefret ile örülmüş duvarlarımız var.
Aynı inanç dünyasında, farklı mezhepler ile aynı yüce makama inanan insanların arasında, çelikten örülmüş duvarlarımız var.
Aynı yurdu paylaşan, iç içe kaynamış, homojen olmuş bir milletin beyinlerinde çözülemeyecek sorunlarla örülmüş duvarlarımız var.
Kişiyi sosyal yaşam için hazırlamakta, verdiğimiz eğitimde yaşadığımız sıkıntılarımızla geleceğin duvarlarını ördüğümüzün farkında değiliz.
Kişiyi kendisi ve ülkesi için hazırlamakta verdiğimiz öğrenim ve bilimde, sorunlarımızın her biri gelecekteki duvarların taşları olduğunun bilincinden yoksun olmamız, ne kadar da büyük bir talihsizliktir.
Sanayide istihdam yaratamayışımız aşılacak duvarların en zırhlısı olduğunu kavramakta zorluk yaşıyoruz.
Sanayileşme merakımız uğruna, Anadolu topraklarının o güzelim verimli ovalarını ihmal etmemiz, gelecek nesillere bırakacağımız en kalın duvarlardan birisi olduğunu ne zaman anlayacağız.

Var…duvarlarımız var. O kadar çok duvarlarımız var ki; burada bir duvara sığmayacak kadar çok ve kalın duvarlarımız var.
Sevgisizlik, saygısızlık duvarlarımız var.
Ötekilerin duvarları var.
Berikilerin duvarları var.
Beyinlerimizde kazılı duvarlar var.
Bizi bizden ayıran, çimentosu bolca katılmış olan beton beyinlerin ördüğü duvarlarımız var!
Berlin duvarından çok daha kalın, çok daha acımasız olarak, tarih boyunca yüreklerimize oturtulmuş, ön yargılı, acımasız, ruhu soğuk, gölgesi gözümüze perde olmuş duvarlarımız var.
…ve her gün örülmeye devam edilen duvarlarımız var.

Yıkılacak duvarlarımız var…!
…yıkılacak duvarlarımız var vesselam!!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

28 Ağustos 2017

YERİM BEN SİZİN METAL YORGUNLUĞUNUZU!

„Ne koydun avucuma ki, ne süreyim yüzüne!“

Başbakan Binali Yıldırım üç gün önce sosyal medya dilinin perişan halinden bahsetti. Bozulmanın “çürüme” haline geldiğini, bu yeni dilin Türkçe’den ziyade “nevzuhur (yeni zuhur etmiş) bir kuş dilini andırdığını” ve buna “dur deme zamanının geldiğini” söyledi.

Buraya kadar güzel Sn. Başbakanım!

Peki…; son günlerde siyasilerden yazarlara kadar, hatta edebiyatçılarımız da dahil olmak üzere halkın dilinde dolaşan „metal yorgunluğu“ da neyin nesi dir?

Sözüm ona Batı terimlerinden aldığınız bu bozma dil; „metal yorgunluğu değildir, mental yorgunluktur. Yani; „zihinsel yorgunluktur“!

Metal yorgunluğu; adı üstünde zaten; bir metal eşyanın yada kullanım için üretilmiş araç ve gereçler için kullanılabilir; ama, insan için kullanılması ifade edilmek istenilenin tabiatına aykırıdır.

Dönelim insan için kullanacağımız yorgunluğun çeşitlerine.

Genel olarak „zihinsel yorgunluk“ diyebileceğimiz gibi, makam yorgunluğu, görev yorgunluğu da diyebiliriz. Bir örnek verecek olur isek: „Adam masada mühür basmaktan yorulmuş görünüyor.“ …ve buna benzer.

Sn. Başbakanım!

Şimdi söyleyin bakalım dilimizi kimler nasıl bozuyor?

Vatandaşın Türk dilini iyi kullanmadığını da hepimiz biliyoruz Sn. Başbakanım. Ne var ki; eskilerimizinm dediği gibi: „Ne koydun avucuma ki, ne süreyim yüzüne!“

Saygıyla

M.N.Sunguroğlu

18.08.2017

 

SREBRENİTSA

[Srebrenitsa katliamının 22. yıl dönümünde]
SREBRENİTSA KATLİAMI VE SIRPLARIN 600 YIL BOYUNCA TÜRKLERE KARŞI BESLEDİĞİ İNTİKAM DUYGUSU
Srebrenitsa Katliamı, ya da Srebrenitsa Soykırımı olarak bilinen ve tarihin kara sayfalarına geçen „etnik temizlik“ soykırımı olarak Sırplar tarafından Boşnak Müslümanlarına karşı uygulanan insan ve insanlığın kıyımı; aslında Türklere karşı duyulan kin ve nefretin ağır ödenmiş bir faturasıdır.
I. Kosova Savaşı veya Birinci Kosova Meydan Muharebesi olarak ta bilinen; Sultan I. Murad önderliğindeki Osmanlı Türk ordusu ile Sırp kumandanı Lazar Hrebelyanoviç önderliğindeki çok uluslu Balkan ordusu arasında 28 Haziran 1389 tarihinde yapılan muharebe sonucunda ağır yenilgiye uğrayan Sırpların, tarih boyunca unutamadıkları yenilginin yıllar sonra Bosna Müslümanlarına ödettikleri intikam almak duygusudur.
1991-1995 Yıllarında Almanya dış işleri bakanı Hans Dietrich Genscher’in aceleyle devlet olarak Hırvatıstan’ı tanımasıyla başlayan Yugoslavya iç Savaşı, Yugoslavya’nın parçalanmasının önünü açarken Balkanlar’da eski hesap defterlerinin de açılmasının yolunu açmıştır.
Fırsat budur diyen Bosna Sırpları, tarihi intikam duygularının dizginlerini serbest bırakarak Bosna savaşını başlatmıştır.
Savaşa destek veren Sırp Cumhuriyeti Ordusunun Srebrenitsa’ya karşı giriştiği „Krivaya 95 Harekatı“ esnasında Temmuz 1995 yılında yaşanan ve en az 8.372 Boşnakın, Bosna-Hersek’in Srebrenitsa kentinde general Ratko Mladiç komutasındaki ağır silahlarla donatılmış Bosna Sırp ordusu tarafından öldürülmesiyle son bulmuştur. Bosna Sırp ordusunun dışında katliama “Akrepler” olarak bilinen Sırbistan özel güvenlik güçleri de katılmıştır.
Yapılan bu insanlık dışı katliamda bir kısım kadın ve küçük yaşta çocuğun da öldürüldüğü belgelerle kanıtlanmış olup sabittir.
Birleşmiş Milletler Srebrenitsa’yı güvenli bölge ilan etmiş olmasına rağmen, 400 silahlı Hollanda barış gücü askerinin varlığı katliamı önlememiştir.
Srebrenitsa katliami II. Dünya savaşından bu yana Avrupa’da gerçekleşmiş en büyük toplu insan kıyımı olması ve Avrupa’da hukuksal olarak ilk kez belgelenmiş soykırım olması açısından da önem taşımaktadır.

Bence asıl önemli olan ise; medeniyeti kimseye kaptırmayan Batılıların gözleri önünde ve burunlarının ucunda meydana gelen bu soykırımının, Batılılar için bir yüz karası olmasıdır ve öyledir de!
Zamanın ABD Başkanı Bill Clinton olmasaydı, günümüzde Bosna halkı diye bir halk hala varmıydı bunu söylemek zor olsa da; Bosna savaşı için Bill Clinton’a teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
Bu „etnik temizleme“ savaşında…hayır, hayır! Soykırımında, yaşamını kaybeden tüm Bosnalı kardeşlerimize Allah rahmet eylesin, mekanları cennet olsun! Allah bu gibi vahim olayları insanlığa bir daha nasip eylemesin inşallah!
Ne demişti rahmetli Mehmet Akif Ersoy? „Medeniyet dediğin, tek dişi kalmış canavar“. Mehmet Akif bunları söylerken, sanki tarihin yaşanmamış çağını yazmaktaydı!
Bir başka önemli tarafı ise; özellikle kendi içinde kavgalarla boğuşan İslam dünyası için çok düşünülecek bir durum olması da, gözden kaçmamalıdır!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
11.07.2017

​İKİ KUMANDAN, İKİ SÖZ

[Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u! / Fatih Sultan Mehmet 1453
Geldikleri gibi giderler! / Mustafa Kemal Paşa …ve gittiler 1923

***

Bugün 29 Mayıs. İstanbul’un Büyük kumandan Fatih tarafından fethinin 564. yıl dönümü; kutlu olsun!

Peki… İstanbul’un 94 yıl önce Gazi Paşa tarafından kurtuluşunu ne zaman bu muhteşemlikle kutlayacağız?

Hani; „O“ çok gururla söylediğiniz ama, bir türlü kabul edemediğiniz: „geldikleri gibi giderler“! sözlerinin söylenişine sebep olan 61 pare düşman gemisinin top namlularının Dolmabahçe sarayına döndüğünü gördüğünde söylemişti bu cümleyi! „Geldikleri gibi giderler“! …demişti.

Adana’dan gelmişti, yorgundu. Çanakkale’de geçit vermediği düşman gemilerini Kız kulesi önünde gördüğünde hüzne boğularak söylemişti. …ve onlar geldikleri gibi de gitmiştiler!

Türk Ordusunun 6 Ekim 1923 günü coşkun bir bayram havası içinde, sevinç gözyaşları arasında ve çiçek yağmuru altında kente girmesiyle İstanbul’un işgali de sona ermişti.

Peki… 6 Ekim 1923 tarihinin yıl dönümlerini ne zaman kutlayacağız?

Mehmet Nuri Sunguroğlu

29 Mayıs 2016

ZÜBEYDE HANIM

zubeydeVefatının 94. Yıl dönümünde saygıyla, hürmetle…

SOFU-ZADE FEYZULLAH EFENDİNİN KIZI, MUSTAFA KEMAL’İN ANNESİ MOLLA ZÜBEYDE HANIM
Onlar Rumeli’ne Anadolu Selçuklu Devletinin yüreği olan Konya’dan gelmişlerdi. 
Osmanlı gelenekleri dahilinde feth edilen yerlerin Türk boyuyla şenlenmesi için Anadolu’dan Rumeli’ye gönderilen Türklerdi onlar.
Fatih Sultan Mehmet 1466 yılında Karamanoğullarını ortadan kaldırdıktan sonra, Konya’nın Türkmenlerini Rumeli diyarına göndermişti. Aralarında Sofu-zade Feyzullah Efendinin de dedeleri vardı. Öz ve öz Türkmen olan bu aileye Konya’dan geldikleri için de „Konyarlar“ derlerdi.
İşte Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde hanım bu aileden Sofu-zade Feyzullah Efendinin kızıdır. Medrese eğitiminde başarılı olan Zübeyde hanımın Molla Zübeyde olması da bu başarısından dolayı kendisine verilmiştir.

Hikaye uzun, çok uzun. Kısa olan tarafı ise bu konuda neden yeteri kadar yazılmadığı dır?

Çok daha acı olanı ise; her türlü ahlak ve insanlıktan yoksun kalmış, elinde tespih ile dolaşan karakter-sizlerin bu memlekette Zübeyde hanım hakkında akla gelmeyecek kadar yalan ve çarpıtmayla adileşmiş yazılar yazmalarına göz yumulmasıdır!
Evet… dediğim gibi, hikaye çok uzun.
Atatürk’ün annesi merhum Zübeyde hanıma 94. vefatı yılında Allah’tan sonsuz rahmetler diliyorum. Mekanın cennet olsun büyük kadın! Yetiştirdiğin evlat, dünyanın gelmiş geçmiş en karakterli insanı olması nedeniyle, gittiğimiz her yerde alnımız açık olarak dolaşmaktayız.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
14.01.2017

İZMİR KAHRAMANI FETHİ SEKİN

polis„OLAMAZ, OLAMAZ, BÖYLE ELLERİNİ SALLAYA SALLAYA GİREMEZLER!“
Güzel İzmir’imiz için çok şeyler söylenir.
Kimileri ’gavur İzmir’ der, kimileri İzmir’in yaşam tarzından söz eder.
Benim için İzmir daha farklıdır.
İzmir denilince bende tarihi çağrılar başlar.
Ölüm kalım günleri, olmak yada olmamak kavgası gelir aklıma.
Bıktırılmış, yorgun düşmüş, silahına el konulmuş, namusuna değinilmiş, parçalanmasının hesabı yapılmış bir Anadolu gelir aklıma.
Çünkü İzmir’de, Samsun kadar tarihimizde bir dönüm noktasının sırlarını saklayan, koruyan bir şehrimizdir.
İzmirli olmanız için İzmir’de doğmanıza da gerek yoktur. Çünkü İzmir tüm Anadolu’nun duygularının birleştiği bir başka şehrimizdir.
İzmir; kurtuluş savaşında Milli bilincin uyandığı, Kuva-yı Milliye ruhunun doğduğu, milli mücadele için örgütlenmenin başladığı, şehrimizdir.

Bu uyanışın Anadolu’ya yansıması İzmir’de ilk kurşunu atan Hasan Tahsin ile başlamıştır. 15 Mayıs 1919 günü İzmir’i işgal eden Yunanlıların Efzun alaylarını gören Hasan Tahsin; “Olamaz, olamaz, böyle ellerini sallaya sallaya giremezler” diyerek toplu tabancasını çekmiş, düşmana sıktığı kurşunlarla 2 düşman askerini öldürmüştü. Karşı ateşle şehit olan Hasan Tahsin, belleğimizde milli kahramanımız olarak ebediyete kadar kalacaktır.

Bir yeni kahramanımız ise polis memurumuz Fethi Sekin olmuştur. Daha iki gün önce aynı duygular ile silahına sarılarak alçak ve kahpe terör saldırısına karşı; “Olamaz, olamaz, böyle ellerini sallaya sallaya giremezler” diye düşünmüş ve silahına sarılarak son mermisine kadar mücadele ederek şehit düşmüştür.

Aynı duygularla yaşamını yitiren İzmir adliye katibi Musa Can kardeşimiz de ermiş olduğu şehitlik mertebesinin ve yüreğimizin bir kahramanı olarak tarihimizde yerini alacaktır.

Hasan Tahsin, Fethi Sekin ve Musa Can bizim için, bu vatan için yaşamlarını ortaya koyarak gerek 1919 yılında, gerekse 2017 yılında bizlere bıraktıkları miras; „onların kahramanlığıyla sadece övünmek değil, onlar gibi düşünmek olmalıdır!“

Umalım ki; Musa Can gibi yaşamını ortaya koyan bir kahramanımızın, Fethi Sekin polis memurumuzun attığı kurşunların sesi, Hasan Tahsin’in attığı kurşunların sesi kadar uyanışımıza yardımcı olur.

Yazımı Gazi Paşamın kurtuluş savaşı yıllarında söylediği bir sözüyle bitirmek istiyorum.

„Bugün vatanımızda bir milli kudret varsa, o cereyan, felaketlerden ders alan ulusun kalp ve dimağından doğmuştur.“/ Mustafa Kemal Atatürk

Şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyor, arkada bıraktıkları eş ve çocuklarına sabırlar diliyorum.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
07.01.2017

NE ZAMAN İZMİR’E KAHPELER YAĞSA

kemalNe zaman İzmir’e kahpeler yağsa
Bir hüzün kilitler, bir şarkı düğümlenir yüreğimde
Bayrağıma renk veren al kanlar gibi
Dökülür göz yaşım sızlayan benliğimde

Ne zaman İzmir’e kahpeler yağsa
Aklıma gelir O sarı saçların
Mavi gözlerinde saklı olan kıvılcımlarla
Kahpeye diz çöktüren kurt bakışların

Ne zaman İzmir’e kahpeler yağsa, titreşir yüreğim
Malazgirt sırtlarında dolaşan Alparslan gelir aklıma
Nene Hatunlar, kara Fatmalar…
Sakarya Dumlupınar, Kocatepe gelir aklıma

Ne zaman İzmir’e kahpeler yağsa
Hep seni hatırlar;
Mavi bakışlarından fışkıran kartal bakışın gelir aklıma
Ne zaman İzmir’e kahpeler yağsa
Arkamızdan vuran kahpeler gelir aklıma…

Mehmet Nuri Sunguroğlu
05.01.2017

 

ÇANLAR BEŞ DEFA ÇALINCA KİM ÖLÜR?

armut-2ÇANLAR BEŞ DEFA ÇALINCA KİM ÖLÜR?
Adalet ölürmüş, öyle derler. …yarım kalmış düzeltelim: „önce adalet, sonra da ölüşüne amin diyenler ölür;“ …şimdi tamamlandı, devam edelim.

Oysa ki çanlar her gün beş defa Amerika’da, Rusya’da, Avrupa’da, Arabistan diyarında, Çin’de, Yemen’de, Türkiye’de çalıyor!
Çalıyor çanlar her gün on defa sevgiye muhtaç olanlar, yürümekte zorluk yaşayan yaşlılar, bir dilim ekmek için avuç açanlar, yaşamını ortaya koyarak denizleri aşanlar, kitap alacak parası olmayanlar, emeği sömürülenler için…
Çalıyor!
Her gün!
On defa!
Çalıyor çanlar pınarı kurumuş, susuz kalmış adalet için!
Hukuk, sosyal düşünce her gün defalarca ölüyor; ve arkasında; yıkılan yüreklerin göz yaşları arasında sessizce toprağa gömülüyor!
Sindirilmiş toplumlar sessiz yığınak haline dönmüş bir yığın olarak tümsekler oluşturuyor.
Susuz kalmış adalet, hukuk, sosyal düşünce her gün defalarca ölüyor; ve arkasında yıkılan yürekler bırakıyor, ama duyan yok!
Coğrafyamızda yaşadığımız mezhep savaşları, akıtılan kanlar ülkemizin içerisine kadar geldiği bu günlerde her şeye ama; asıl ihtiyacımız olan adalete o kadar ihtiyacımız var ki, kırk gün ateşte yanan testinin suya ihtiyacı olduğu kadar!

Her zaman ki gibi ben yine de umutlarımı duaya yansıtarak tüm bu olumsuzlukların ortadan kalkmasına dua ettiğim yeni bir takvim yılına girerken; karşılıklı olarak birbirimizi tamamladığımız tüm dostlarımın yeni yılını kutluyor, hepinize en samimi dileklerimle selam ve sevgilerimi gönderiyorum… Sevgiyle kalın.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
31.12.2015

 

MEHMET AKİF ERSOY’UN ANISINA

MEHMET AKİF ERSOY’UN ANISINA
Kimsesizler gibi getirmişlerdi onu bir lokantanın önüne.
Hamallar indirmişti tabutunu musallanın üstüne.
Sonra açtılar tabutunu, baktılar o zarif yüzüne;
…kimdir bu yoksul, neden gariptir böyle diye.
Gördüler ki Akif yatar tabutta.
Kalemi kırılmış olsa da, izleri kalmış bu yurtta.
Ayyuka çıktı ki sesler sorma gitsin kulakların tıkanışında.
Utanmazlığın gölgesinde kalan tek sesli haykırışta.
Hak, helallik alındı, taşındı naaşı ebediyete.
Kimse sormadı ki hangi haktı O hak;
…gerekte kalmamıştı hiç bir diyete.

Ey koca şairim, İstiklal marşım benim!
Olmaz ki senin yazdığın gibi ne kadar emek versem de.
Affına sığınırım varsa kusurda hatam.
Bir anı olsun dedim yüceliğine hürmetle.
Kabul eyle koca şairim ki dualar sana olsun!
Bir Fatiha okusam kabul eder misin bin minnetim le!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
27.12.2016
Ölümünün 80. yılında minnet ve şükranla anıyorum. Mekanın cennet olsun koca şairim!

İÇİNDE Mİ DIŞINDA MI… ŞEYTAN BUNUN NERESİNDE?

abgb[Avrupa Birliğinin içinde-miyiz, dışında-mıyız?]
İÇİNDE Mİ DIŞINDA MI… ŞEYTAN BUNUN NERESİNDE?
1995 yılında Gümrük birliğiyle yapılan anlaşmayla kendi idam sehpamızı kendimiz hazırlamışız.
Birliğe alınmadan Gümrük birliğine girmek, Cumhuriyet tarihimizin en büyük yanlışı olmuştur. Bu büyük hata yeniden masaya yatırılmadıktan sonra, kürsülerden sağa sola saldırmanın da hiç bir anlamı olmaz.
Çünkü AB; bizi üye yapmadan; ama bizimle yapmış olduğu Gümrük birliği anlaşmasıyla istediği ne varsa hepsini almıştır. Her ne istedilerse verdik sözü bunun için çok daha geçerlidir; hatta anayasamızın bazı maddeleri dahi göz ardı edilerek yapılan bu anlaşma, acilen masaya yatırılmalıdır.

Süresi belli olmayan gümrük birliği anlaşması ile 3. ülkelere karşı bağımsız tarife uygulamak şansımız dahi elimizden alınmış olup, AB’nin ortak gümrük tarifesine geçilmiştir.
Yani: AB’nin ortak dış ticaret politikalarına uymakla bu alan için ilgili egemenlik haklarımızı Brüksel kararlarına devretmişiz.
Oysa ki anlaşmanın bir çok ama, özellikle bu maddesi Türk Milletinin Anayasa’da olan 6. Maddesindeki şartlara aykırıdır.

Anayasa Madde 6. – Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. // Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. // Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.

Sonuç: Ülkemiz bir an önce Gümrük Birliği Anlaşmasını masaya yatırmadan AB ile hiç bir sorunumuzu lehimize çeviremeyiz. Gürültü patırtı yapmak yerine, gümrük birliği anlaşması masaya yatırılmalıdır ve bazı maddeler üzerinden yeniden tartışılmalıdır. Osmanlının yıkılmasının sebebi olan kapitülasyonlar ve Duyunu-Umumiye günlerimiz henüz unutulmadı.

Evet… Mevzuat çok uzun. Makale ile anlatılması da çok zor, üzerinden kitap(lar) yazılmalıdır.
Hoşça kalın.
Mehmet Nuri Sunguroğlu / 5 Aralık 2016

SAYGIYLA PAŞAM, ÖZLEDİK İŞTE!

ata-trenÇanakkaleyi geçemeyenler; günümüzde yeni formüller üreterek emperyalizmin bittiğini söylüyor; bizi millet yapan, bu vatanda bir arada tutan fikir ve ilkelerden vaz geçmemizi istiyorlar Paşam! […..]

İşte bu hal ve ahval içinde biz yine de buradayız diyor; çizdiğin yol ve koyduğun ilkelerini [….] özledik diyoruz Paşam!

Aramızdan erken ayrılışının ezikliğini hissederken Senin ufkunu, yol göstericiliğini, milletine her zaman güvenmeni, senin onurunu özlüyor; üzülmüyor, yorulmuyor, sabırla tekrar uğraşıyor, tekrar dan anlatıyoruz!

Vatanın için verdiğin emeği, yaptığın fedakarlığı, bizleri hep bir araya getirmeye çalışmanı, ulus bir millet olmamızı isteyişini özlüyoruz!

Her kelimeni dikkatle seçişini, kim olursa olsun karşındakine gösterdiğin saygıyı, sözlere yüklediğin anlamın derinliğini özlüyoruz!

Bağımsız karakterini, barışa hasretini, gerektiğinde çizmelerini çekip savaşa hazır olma kararlılığını özlüyoruz!

Kendi kendini eğitmeni, okumadan, bilenlerle tartışmadan karar vermeyişini özlüyoruz!

En hakiki mürşit ilimdir diyen sesini, bilim adamlarına verdiğin desteği, sanata, edebiyata, dil ve tarihimize gösterdiğin duyarlılığı özlüyoruz!

Davet edilmeden hiç bir uluslararası kuruluşa yüz vermeyişini, dış seyahatlere gitmeden bütün kralların seni ziyarete gelişini, milletine uşak dedirtmeyen öz güvenini özlüyoruz!

Uzak görüşlülüğünü, çocuklara olan sevgini, gençliğe güvenini, geleceğe olan inancını özledik, özlüyoruz!

Asker yemek yemeden, yemeğe başlamayışını özlüyoruz. „Bizim Çocuklarımızın Yemen ellerinde ne işi vardı deyişini; çocuklarımızı kuru çöllerde bozuk paralar gibi harcadık“ diyerek hayıflanışını özlüyoruz Paşam!

Seni daha neler için özlediklerimizi buralara sığdırmak kolay değil Paşam!

**

İzninizle Paşam.

Aklıma gelmişken bir şey daha eklememe izin verirseniz:

1938 yılının „sekiz“ ini yan yazanları anlamaya çalıştığımı söylesem de, ben o sekizin yan düşmediğinin inancında olduğumu da eklemek istiyorum Paşam!

Zira Sen de „naciz“ vücuttan söz etmiştin, fikir ve ilkelerin asla ölmeyeceğinin altını da özellikle çizmiştin. Onun içindir ki; sekizler de dokuzlar da yan yatmadan yaşamaya devam edecektir; ta ki kurduğun devlet ve Cumhuriyet; ve onun üzerinde yaşayan bu milletten son fert kalana kadar!

Mekanım cennet, ruhun şad olsun Paşam!

Saygıyla.

Mehmet Nuri Sunguroğlu

10.11.2016

 

 

 

 

BİZİM CUMHURİYETİMİZ FARKLIDIR, BAŞKALARININKİNE BENZEMEZ

milletin-ve-cumhuriyetCUMHURİYET BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN!

Bizim Cumhuriyetimiz; esaret altına alınmak istenilen bir milletin; zincire vurulmak istenilen ruhunun şahlanışından doğmuştur.

Bizim Cumhuriyetimiz; çocuğunun üzerinden örtüyü alarak; cepheye taşıdığı mermiyi örten kadınlarımızın kurduğu Cumhuriyettir.

Bizim Cumhuriyetimizin değerlerinin bir başka önemi de, onun farklı kazanımıdır.

Bizim Cumhuriyetimiz; başkalarının cumhuriyetlerine hiç benzemez. Ne var ki; biz onun asıl ruhunu anlatamamışız, anlayamamışız.

Bizim Cumhuriyetimizi sadece bir idare sistemi olduğunu düşünenler olsa da; bizim Cumhuriyetimiz “sadece bir idare sistemi değildir, biraz adah fazladır!”

Bizim Cumhuriyetimizin ruhundaki değerler batı düşüncesine benzemez, istilacı değildir. Orta doğu, Orta Asya, Kafkaslar, Uzak Doğu, Afrika, Güney Amerika düşüncesiyle bağlılığı yoktur; esareti kabul edemeyen bir milletin eseridir!

Bizim Cumhuriyetimiz iç savaşın sonunda parçalanarak kurulmamıştır. Parçalamak isteyenlere karşı verilen mücadelenin sonunda bileğinin hakkıyla kazanılmıştır.

Bizim Cumhuriyetimiz; biat ve kapı kulu sistemine son vererek, özgür düşünebilen, eşit hak ve hukukun yolunu açan bir Cumhuriyettir.

Bizim Cumhuriyetimiz; Almanlar gibi, dünyayı istila etmeye kalkan bir milletin kafasına vurularak: ”Al sana yeni bir idare sistemi, ülkeni bu sistemle idare et“ diye; batı Almanya’ya verilen emperyalist bir Cumhuriyet değildir.

Bizim Cumhuriyetimiz; Sovyetler birliğinin doğu Almanya’ya sunduğu komünist bir sistem paketi olarak önümüze konulmamıştır.

Bizim Cumhuriyetimiz; esaret altına alınmak istenilen bir milletin; zincire vurulmak istenilen ruhunun şahlanışından doğmuştur.

Bizim Cumhuriyetimiz; „Hürriyet benim karakterimdir“ diyen; bir yüz Yılın liderliğini hala elinde tutan; bin yılın adamı olarak seçilen; ölümünde arkasından sadece dostlarının değil, düşmanlarının da ağladığı bir dehanın önderliğinde ve onun dehasal fikirlerine uyan arkadaşları ve Türk milleti tarafından kurulmuştur.

Bizim Cumhuriyetimiz; cephelerde binlerce şehit vererek namusuna el dokundurmayan bir milletin mirasıdır.

Bizim Cumhuriyetimiz; çocuğunun üzerinden örtüyü alarak; cepheye taşıdığı mermiyi örten kadınlarımızın kurduğu Cumhuriyettir.

Bizim Cumhuriyetimiz, bizim Cumhuriyetimizdir, üzerinde onunla yaşayanların dışında hiç bir başkalarının emeği yoktur, hakkı da yoktur; ve hiç bir zamanda olmayacaktır; çünkü; biz onun bekçisiyiz!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

21.10.2016

 

160 YIL ÖNCE KIRIM SAVAŞI VE ÇÖKÜŞÜN BAŞLANGICI

kirim_savasi_turk_piyadeleri_1854_senesi

 

 

 

 

 

[Tarihini bilmeyen milletler, geleceğini tayin edemezler]

Aslında 163 yıl önce başladı Kırım savaşı. İlk bakışta Osmanlı Rus savaşı olarak görülse de, zamanın devleri arasında olan bir savaş olarak tarihte yerini almıştır. Osmanlı devletinin bu savaştan galip çıkması, aynı zamanda çöküşün başlangıcı olmuştur. Zira Osmanlı devleti bu savaşı Avrupa’nın güçlü devletleri sayesinde kazanmıştır. İşin acı tarafı ise; galip olduğu bu savaşın sonunda 1856 Paris anlaşmasıyla mağlup duruma düşürülmesidir.
Çoğu hastalıktan, 750 bin insanın hayatını kaybettiği bu savaşın bir başka önemi ise, ilk defa modern savaş silahlarının yanında, döşenen demir yolları, telgraf donatımı, ve tarihin ilk savaş resimlerinin de günümüze ulaşmasıdır. Resimde Roger Fenton tarafından Osmanlı Türk piyadeleri görülmektedir.
Kırım savaşının sebepleri ise:
Rusların sıcak denizlere inme hayali, boğazlar üzerinde söz sahibi olmak isteği, Balkanlarda milliyetçiliğin artışı, Kudüs ve etrafındaki kutsal yerler üzerinde söz sahibi olmak hevesi, sonuç olarak Osmanlı devletinin yıkılması planları Kırım savaşının başlıca sebepleridir.
Avrupalıların Osmanlı devletinin yanında yer alması ise:
Rusya’nın Olası bu savaştan galip çıkması sonunda Rusya’nın daha da güçleneceği, Boğazlar üzerinde söz sahibi olacağı, Akdeniz’e inmesi, Balkanlarda ilerleyişi, zamanın Avrupa devleri İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı devletinin yanında yer almasına sebep olmuştur.
Müttefiklerin Kırım’a asker çıkarması sonucu Kırım savaşını kaybeden Rusya, ikinci Kırım savaşı için 1877 yılına kadar bekleyecekti.
Savaşın sonunda kağıt üzerinde galip olan Osmanlı devleti; 1856 Paris anlaşması ile mağlup duruma düşürülmüştür. Kırım savaşıyla Rusyayı durduran Avrupalılar, Paris anlaşmasıyla da Osmanlının çöküşünü hazırlayarak, Sevr anlaşmasının önünü açmıştır ki; 1856 Paris antlaşmasının önemli maddeleri de bunu göstermektedir.

Önemli maddeler:
[…]“Osmanlı Devleti bir Avrupa Devleti sayılacak ve toprak bütünlüğü Avrupa devletlerinin garantisi altında olacak.”

(Osmanlı Devletinin Avrupa devleti sayılması, Avrupa hukukundan yararlanması ve sınırlarının Avrupa devletlerince güvence altına alınmasının önemi ise aynı zamanda zayıflığının da bir belgesidir. Bu anlaşma ile kendi topraklarını koruyamayacak kadar güçsüz olduğu ortaya çıkan Osmanlı devleti, buna karşılık Rusya’ya karşı topraklarını garanti altına almış olması ise, ömrünün uzamasına vesile olmuştur.)

[…]“Karadeniz tarafsız bir bölge olarak tüm ticaret gemilerine açık, savaş gemilerine kapalı olacak. Osmanlı devleti ve Rusya Karadeniz’de donanma ve tersane bulunduramayacak.
Boğazlar, 1841 Londra Sözleşmesine göre yönetilecek. / Osmanlı Devleti ve Rusya işgal ettiği yerlerden geri çekilecek. / Eflak ve Boğdan’a özerklik verilecek. / Tuna nehrinin yönetimi bir komisyona bırakılacak ve ticaret gemilerine açık olacak. / Avrupa devletleri Osmanlı’nın yapacağı ıslahatlara karışmayacak.”

(Paris Konferansı esnasında Osmanlı Devleti, iç işlerine karışılmasını önlemek amacıyla Islahat Fermanını hazırlayarak konferansa sunmuştur. Rusya; Küçük Kaynarca ve Edirne antlaşması ile elde ettiği hakları kaybetmiştir. Osmanlı Devleti ilk kez Kırım Savaşı esnasında Abdülmecit zamanında 1854’de İngiltere’den borç almıştır. Sonraki dönemlerde alınan diğer borçlar zamanla ödenemez hale gelerek büyük yük olmaya başlamıştır. 1881 Muharrem kararnamesi ile dış borçların ödenmesinde yeni düzenlemeler yapılmış olsa da borçlar ödenemediği için; Avrupalı devletler alacaklarını tahsil etmek amacıyla Duyun-u Umumiyeyi kurdurarak Osmanlı Devletinin tüm gelir kaynaklarına el koymuştur. Bu borçlar Lozan anlaşmasıyla Osmanlı devletinden ayrılan devletlere paylaşılmış, bize düşen borcu da 1954 yılına kadar ödemişiz.)
Son alarak:
Kırım savaşında galip iken, neden mağlup muamelesi gördük?

Zira Avrupalı güçler savaşı Osmanlı için değil, kendi çıkarları için yaptıklarından dolayı, kendi çıkarlarına uygun maddeler koyarak Osmanlı devletini galipken mağlup duruma düşürmeyi başarmışlar.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
25.10.2016

GERÇEKLEŞEN BİR HAYALİN SONU; TÜRK UÇAK SANAYİ 1925-1959

Birinci dünya savaşı sonunda yenik düşen Almanların imzaladığı Versay anlaşması gereği Almanlar ağır savaş sanayini de durdurmuşlardı. Zamanın uçak üreticisi Junkers varlığını sürdürmek için dış devletlere lisans üzeri yatırımlar yapmaktaydı. Bu devletlerden birisi de genç Türkiye Cumhuriyetiydi. Gazi Paşanın: “İstikbal göklerdedir” doğrultusunda Junkers ile ortaklaşa Kayseri uçak sanayi kuruldu. (TOMTAŞ = Tayyare Otomobil Motor Türk Anonim Şirketi)Daha sonra iflas eden Junkers’in hakları Türk Tayyare Cemiyetine aktarıldıysa da, Kayseri uçak fabrikası alamadığı sipariş nedeniyle kapanarak bakım servisi olarak devam etti.
1937 yılında Gazi Paşanın direktifi ile, 1940 yılında kurulan THK Etimesgut Uçak fabrikası, 1944 yılında üretime geçmek üzere planlandı. 1943 yılında 5.840 metre karelik bir alana sahip olan fabrika, sonraki yıllarda 13.790 metre karelik bir alan üzerine yayılmıştır.. Kuruluşta fabrikada 300 kişi çalışırken, 1945 yılında; 129 mühendis, 143 memur ve 606 işçi olmak üzere toplam 878 kişinin çalıştığı dev bir yatırım haline gelmiştir.
Yapılan planlamada hiçbir aksaklık yaşanmamış ve planlandığı gibi, 1944 yılında 30 adet magister okul ve eğitim uçağı üretilerek THK’na teslim edilmiştir. Söz konusu uçaklardan 30 adeti de 1945 yılında üretilmiş ve THK’na teslim edilmiştir. Gazi Orman Çiftliği’nde kurulu bulunan Gazi Uçak Motoru Fabrikası da, Üretilen uçakların motor aksamından sorumluydu. Motor fabrikasında 1949 yılında, tek sıra üzerine dizilmiş, hava ile soğuyan 4 silindirli ve 145 beygir gücünde 30 adet Gipsi/Majör motor üretilmiştir.
Etimesgut Uçak Fabrikası Türk tipi yeni uçaklar yaratmak için; 6 yüksek mühendis, 4 mühendis ve 11 teknik ressam olmak üzere toplam 21 kişiden oluşan bir etüd bürosu kurarak çalışmaları bilimsel bir temele oturttu ve bu gün Ar-Ge olarak tanımlanan bu birim, THK1 den THK15 kadar, 15 ayrı planör ve uçağın özgün projesini yapmıştır. Yapılan bu projelerin hemen hemen tamamı üretilmiş, THK ve Türk Hava Kuvvetleri tarafından kullanılmıştır. Çift Gipsy/Majör motorlu hasta taşıma ambulansları, yada 6 kişilik yolcu uçağı olarak dizayn edilen THK5 uçağının bir tanesi Danimarka tarafından satın alınmıştır.
1947 yılında Ankara’da, Beşevler semtinde inşaatına başlanan ve 1949 yılında donanımının montajına başlanarak 1950 yılında tamamlanan Rüzgar Tüneli; model, kanat, profil ve pervaneler üzerinde aerodinamik araştırmalar ve deneylerle, hesaplamalar yapmak üzere tasarlanmış, Avrupa’nın en büyük rüzgar tüneliydi.
1950 yılındaki iktidar değişikliğinden sonra, fabrikaya olan ilgi birden bire azalmış, NATO ve ABD Marshall yardımları gerekçe gösterilerek, önce uçak fabrikası etüd bürosu, sonra da 1952 yılında Etimesgut Uçak Fabrikası, 1954 yılında da Gazi Uçak Motoru Fabrikası kapatılmıştır. THK Etimesgut Uçak Fabrikası Etüd Bürosu’nun üzerinde çalıştığı son proje Mehmetcik isimli bir jet uçağıydı. Fabrika kapatılmamış olsaydı, Türkiye’nin ilk savaş jeti, 50’li yılların sonunda Türkiye göklerinde uçuyor olacaktı.

GERÇEKLEŞEN BİR HAYALİN SONU; TÜRK UÇAK SANAYİ
Özetin özetiyle:
1952 yılında uçak fabrikası, 1954 yılında da uçak motoru fabrikası Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumuna (MKEK) devredilir. MKEK bir süre eski tasarımları geliştirerek uçak üretimine devam eder. Motor fabrikası 1955’te traktör imalatına geçerek bugünkü Türk Traktör Fabrikası haline getirilir. Uçak fabrikasında ise 1959’da üretim durdurulur, 1963’den sonra traktör üretimine başlanır.1968 yılında fabrika MKEK Tekstil Makineleri Fabrikası’na dönüştürülür, daha sonra ise kapatılır.
Son olarak: Kayseri uçak fabrikasında üretilen 72 uçak toprağa gömüldü ve fabrika kapatıldı masalı kocaman bir yalandan başka bir şey değildir. Zira 1957 yılına kadar lisans yada montaj olsa da, ülkemizde uçak üretiliyordu

Mehmet Nuri Sunguroğlu
17.10.2016

Not: Yerli ve yabancı kaynaklardan yaptığım üç günlük araştırma sonunda bir çok araştırmacı yazarların birikimlerinden faydalandım, hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Geniş bir sahaya yayılmış olan tarihi bilgilerden en sağlam ve en kısa özet olarak bu yazıyı yazdım.

SEVGİ

hands

Pahası biçilmeyecek kadar güçlü olan sevgi, yaratılışın özünde saklı olan bir mucizemidir? Yoksa; sadece dilimize doladığımız bir “sözcük-müdür?”
Eğer ikincisi olsaydı dünyanın fakirliğine üzülmemek mümkün olurmuydu.
Evet, sevgi gerçekten pahası biçilemeyecek kadar güzeldir ve yaşam için su kadar, teneffüs ettiğimiz hava kadar önemlidir.
Ruhunda sevgi olmayan bir insan, bence yaban arısına benzer. Uğultusunu duyduğumuzda içimizden bir endişe, bir korku hissederiz; kendimizi korumak için çareler aramaya başlarız.
Psikanalist Erich Fromm sevgiyi şöyle tarif eder:
“İnsanlığın sorunlarına bir yanıt olarak, kişideki aktif ve yaratıcı gücün kaynağı bir enerji olarak ve bu söz konusu yaratıcılıkla sevmeyi de bir sanat olarak tanımlar. Bir sanat olması bakımından da uygulamada olgunluk gerektirir”. …der.
Bir başka Psikanalist olan Sigmund Freud ise: “Sevginin her türlü kaynağının cinsellik” olduğunu öne sürer. Bu görüşü için bir çok eleştiriye hedef olmuştur. Freud’a göre sevginin bütün diğer türleri, (aile sevgisi, tanrı sevgisi) “uygarlıkla gelişen yüceltmelerin sonucudur ve cinsellikten türemiştir.”
Bir materyal düşüncenin dışına çıkamayan Freud, ruhumuzdaki yaratılışta saklı olan sevginin mucizesini görmekten mahrumdur. Sanki Darwin’in evrim teorisinde takılmış kalmış gibi bir hali görülmektedir.
Oysa Allah insanı yaratırken, Onu tüm varlıkların üzerinde yaratmış. İnsana sadece yürüyebilen ayak değil, aynı zamanda düşünebilen bir beyin ve ruh vermiştir. Yani, insanı materyal olmaktan daha öteye, elle tutulamayan ama, hisseden, hissedilen, algılayan ve algılanabilen bir yaratık olarak yaratmıştır. İşte benim anladığım yaratılışın mucizesinde saklı olan sevgi de, burada saklıdır.

Batı düşüncesindeki sevgi, görülebilen le sınırlı olmaya daha çok alan tanırken, doğu düşüncesinde sevgi daha çok görülmeyenlere verdiği değer ile yücelmiştir. Bu konuda gerek Mevlana, gerekse Yunus Emre, sevgiyi tarif ederken insanın görülmeyenleri ile, yani ruh dünyasıyla bağlam kurarak sevgiyi tanımlamışlardır.

Bana göre; bir düşünür olarak Sevgi, insanların ruhunda bulunan değerli ve olumlu bir yetenek olmasıyla beraber, kişi sevdikleri için sorumluluk almasını da asla ihmal etmemelidir. Ne yazık ki insanlar bu yeteneklerini her zaman ideale yakın bir değer olarak kullanamamaktadır. Yani insanlar birbirlerini gerektiği gibi sevmekten acizdir.
Oysa ki sevgi her şeyden önce fedakarlıktır; yani hiçbir karşılık beklemeden başkasına kendinden bir şeyler vermek esasına dayanır. Gerçek sevgi merhamet, şefkat, fedakarlık gibi davranışlarla, uygulamalarla kendini gösterir; aksi takdirde kuru bir laftan ibaret kalır, öteye gidemez.
Gerçek mutluluk, ebedi olmayan maddi değerlerle değil, ebedi olan, canlı varlıklara, özellikle insan ruhlarına duyulan sevgiyle ilgilidir. Edayla gelen duyguları göz önüne koyarak verilmesi gereken bir karardır.
Ne yazık ki bazıları sevginin sözünü ederken, Yunus Emre’ye atif yaparak: “Yaratılanı Sev Yaradandan Ötürü” cümlesini sıkça dillerine dolarlar. Ancak bu cümlede saklı olan sevgiyi anlamış gibi davranmazlar. Yunus Emre bu cümlesiyle tüm yaratılanların sevilmeye değer olduğuna dikkat çekmiştir. Dil, din, ırk ayırımı yapmadan, mezheplere bölmeden, arzı alemde ne varsa onları bu kavramın içerisine almıştır.
Bence sevgi, daha bir çok değerler taşıyan kavramlar gibi; bir yetim çocuğa benzer. Her zaman ve her yerde müdafaaya muhtaçtır.

Yüreğinizden sevgi eksik olmasın… Sevgiyle kalın!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
23.09.2016

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI, YADA; VİYANA’DAN İZMİR’E GİDEN YOL

izmir

[Uzun yolun hikayesi de uzun olur ama, bazen gitmeye de, okumaya da değer!]
Hepinizin bildiği gibi, 30 Ağustos muharebesi kurtuluş savaşının en önemli özüdür. Ne var ki biz; 30 Ağustos’un önemine vurgu yaparken, oraya giden yolu geriye doğru izlemeden yaparsak, 30 Ağustos Zafer bayramını anlamak yarım olur. Oysa ki tarih sadece sonuçlardan değil, „sebep ve sonuçlardan“ oluşan bir zamanın kronolojisidir.
30 Ağustosu anlamak için günümüzden 368 yıl geriye gitmemiz gereklidir. Yani; Avrupalıların 1648 yılında kendi içerisinde barıştıkları Westfalya anlaşmasının önemine değinmeliyiz.

Bilindiği gibi, Avrupalılar içeride geçirdikleri mezhep savaşlarında bitap ve yorgun düşmüşlerdi. Birlik ve beraberlik güçleri yoktu. Avrupa’nın içlerine kadar giden Osmanlı orduları ile savaşacak güçleri bir araya getiremiyorlardı. İşte onun içindir ki; Westfalya anlaşması Avrupalılar için önemli olduğu kadar, bizim içinde önemlidir. Avrupalılar için sevindirici olan bu anlaşma, ne yazık ki bizim için çöküşün başlangıcı olmuştur.

Tarihimizde zamanı ve zemini iyi tahlil edemediğimiz kararlardan birisi de 2. Viyana kuşatmasıdır. 1648 yılında yapılan Westfalya anlaşmasının güçlendirdiği Avrupayı yanlış analiz ederek, güçler dengesinin farkında olmayışımız, bu tarihten 35 yıl sonra 1683 yılında 2. Viyana kuşatmasında yenilgi almamızın sebeplerinden en önemli olanıdır.

Tarihimizin en büyük yanılgılarından olan 1683 yılındaki 2. Viyana kuşatması ile başlayan ve 1699 yılında imzalanan Karlofça anlaşması ile Osmanlı devleti Orta Avrupa’da kaybettiği toprakların yanında, askeri olarak var sayılan gücünün de; sanıldığı kadar olmadığı ortaya çıkmştır. Bu anlaşma ile Osmanlı devleti o güne kadar olan üstünlüğünü de, ne yazık ki Batılılara teslim etmek zorunda kalmıştır. İşte onun içindir ki; 30 Ağustos’un başlangıç miladı, 1683 tarihinde 2. Viyana kuşatmasında aldığımız yenilgi ile başlar!
Elbette ki burada şanlı tarihimizin bir parçası olan 30 Ağustos Zafer bayramını kutlarken, tarih dersi vermek diye bir amacım da yoktur. Ne var ki; sürecin içerisinde bazı kilometre taşlarına değinmezsek, 30 Ağustosu da 29 Ekimi’de anlamakta sıkıntı yaşarız. Ayrıca; 2. Viyana yenilgisiyle 1922 yılına kadar geçen zamanı az çok herkes bilmektedir. Bunun detayına girmeye de gerek olmadığını düşünüyorum.

Tarihimizin çok, ama çok önemli kilometre taşlarından birisi de, belki de en önemlisi Samsun’da dikilmiştir. Gazi Paşanın 1919 yılında Samsun’a ayak basmasıyla başlayan vatan mücadelesi, Türk milletinin; „olmak yada olmamak“ mücadelesidir.
Yani; 1919 yılının 19 Mayıs günü, 30 Ağustos Zafer bayramının sıfır başlangıç tarihidir. Demektir ki; 30 Ağustos ayı 19 Mayıs 1919 yılında Samsun’da başlamış olup, ülkemizi istila eden Emperyalizmin maşası olan Yunan ordusunu İzmir’de denize döktüğümüz 9 Eylül gününe kadar geçen tam 1208 gün içerisinde, tarihimizin en uzun ayıdır. İşte onun içindir ki, 30 Ağustos Zafer bayramı bu kadar değerli ve önemlidir.

„Bu kadar uzun bir Ağustos ayını“ tarihin yazmadığı gibi; hiç bir millete de nasip olmamıştır. İşte onun içindir ki, 30 Ağustos bir dönüşüm noktası olduğu kadar, Türk milletinin Emperyalizme dur dediği gün olarak tarihte yerini almıştır!

Tarihin gölgesinde 30 Ağustos Zafer bayramını özetlersek şöyle toparlamış oluruz:

30 Ağustos Zafer bayramı; Türk milletine zincir vurmak isteyenlerin, Türk milletinden tokatı yediği gündür!
30 Ağustos Zafer bayramı; esarete düşürülmek istenilen Türk milletinin, haksızlığa cevap verdiği gündür!
30 Ağustos Zafer bayramı; Türk milletinin toprağına, ırzına ve namusuna el koymak isteyenlerin hezimete uğradığı gündür!
30 Ağustos Zafer bayramı; Türk milletini geldiği yere, Orta Asya’ya göndermek isteyenlere verilen cevabın tarihe geçmiş vesikasıdır!
30 Ağustos Zafer bayramı; 2. Viyana yenilgisinden tam 239 yıl sonra yeniden dirilişin hikayesidir!

Tarihimizin değerini gelecek kuşaklara aktarabilmek bizlerin milli bir yurttaşlık görevidir. Değilmi ki yaşadığımız çağda bir çok manevi değerlerimiz her gün anlam ve önemini kaybetmektedir; asıl onun için bizler bu tarihi görevimizi yapmakta geç kalırsak, tarih bizleri affetmez.

30 Ağustos; kaderine el konulmuş, her türlü özgürlük ve yaşama hakkının Mondros ve Sevr müzakereleri ile elinden alınmış bir milletin emperyalizme dur!…dediği gündür.

30 Ağustos şehitlerimizi anma günüdür. Bugün bağımsızlığımızı nasıl kazandığımızı yeniden hatırlama günüdür. Bugün 30 Ağustos zafer bayramında hayatlarını feda ederek bizlere bu Yurdu armağan edenlerin önünde eğilmek günüdür.
Bugün Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Türkiye için yaptıklarından dolayı vicdan borcumuzu ödeme günüdür.

30 Ağustos Zafer bayramı; Cumhuriyetin başladığı gündür!

Değerli arkadaşlar!
30 Ağustos Başkumandan muharebesinin arkada bıraktığı ruh asla sönmemelidir ve sönmeyecektir! O muhteşem ruhun nasılda hala yaşadığını 15 Temmuz darbe girişiminde yeniden gördük.
Ülkemizin içeriden nasılda kuşatıldığına şahit olduk.
15 Temmuz darbe girişimi de Emperyalizmin bir oyunu idi. Bu oyunu bozan ruhun özünde, 30 Ağustos ruhunun nasıl da yaşadığını gördük. Birlik ve beraber olmanın ne demek olduğunu bir daha anladık.
Başta Gazi Paşa olmak üzere, o günün paşalarının bizlere aşıladığı ruhun yaşadığı süre, bu ülke 30 Ağustos bayramlarını kutlamaya devam edecektir; ama bir daha yaşamayacaktır!

Yazıma son verirken izninizle bir şey daha eklemek istiyorum!

30 Ağustos Zafer bayramını gerçekleştiren ruhu bizim anlatmamız yeterli olmaz!
O ruhu anlamak istiyorsak; önce o günün Osmanlı Paşalarının ruhunu, vatan sevdasını, millet aşkını anlamamız gereklidir.
İsterseniz sırası gelmişken sözünü ettiğimiz o yüce ruhu temsil eden, büyük Taarruzun mimarı olan, komutasını elinde tutan Paşaların, en başında olan, Cumhuriyetimizin kurucusu, büyük kumandan, tarihin ender yetiştireceği asker ve devlet adamının karakterine kendi kaleminden kayıtlara geçmiş olan söylevine bir göz atalım!

Elbette ki hepimiz özgür ve hür olmanın ne kadar değerli ve kutsal olduğunu biliyoruz. Biliyoruz da, tarif etmek istesek ne kadar yeterli olabiliriz?
Her birimiz farklı bir özgürlük anlayışı içerisinde olması nedeniyle, özgürlüğü de farklı anlar ve anlatır olmuşuz. En iyisi biz; „Özgür olmayı bir de Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncelerinden öğrenelim“!

Gazi Paşa diyor ki:
Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.
Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım.
Çocukluğumdan bugüne kadar ailevi, hususi ve resmi hayatımın her safhasını yakından bilenlere bu aşkım malumdur.
Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla kaimdir.
Ben şahsen bu saydığım vasıflara, çok ehemmiyet veririm. Ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim.
Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir.
Millet ve memleketin menfaatleri icap ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet icabı olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vaz geçinceye kadar, amansız düşmanıyım.
Mustafa Kemal ATATÜRK

Ne diyelim ki; Paşamızın da, Paşaların da, yaşamını kaybeden zamanın tüm şehitlerimizin de mekanı cennet olsun!

30 Ağustos Zafer bayramınız Kutlu olsun!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
30.08.2016

YERLİ APTALLAR VARKEN BİZİM ÇOCUKLAR NEDEN ÖLSÜN Kİ

bushResim: Orta Doğu kaosunun eli kanlı baş mimarı Georg Bush.

Orta Doğu dediğimiz bölge dünyanın en sorunlu bölgesi olduğunu söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Bu sorunlu ama, zengin olan bölgemiz tarihi boyunca Emperyal güçlerin paylaşmak için yarış etiği bölge olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

Kendi iç düzeninde barışı sağlamaktan uzak bir insan yapısının yanında, oluşan mezhep kavgaları da bu sorunlu bölgeyi çok daha karmaşık hale getirirken, bırakın birleşmeyi, her gün daha da parçalanarak kan gölüne dönmüş olması, Orta Doğuyu tarihin utanç duvarı haline getirmiştir.

Haçlı seferlerinin devamı olan dışarıdan müdahalenin gerek maddi zararını, gerekse insan harcamasını kendi halklarına anlatmakta zorluk yaşayan günümüzün Haçlıları; 2. Irak savaşından sonra dışarıdan kendi askerleriyle değil, içeriden olan vatan hainlerini kullanmayı tercih ederek, yerli halktan oluşan ordular kurmaya yönlenmiş olup ve bunda da başarılı oldukları kesindir.

İçerideki satılıkların yardımıyla başlattıkları Arap baharı(!) ile Orta Doğuyu ateşe veren bu sözde demokrasi ihracatçıları, sadece iç ayaklanmalarla yetinmeyip, sınır ötesi faaliyet yapabilecek orduların oluşması için gereken ve yeterli kadar aptalı bulması da sorun olmamıştır.

Amerikalıların Irak’tan çekilirken zamanın El-Kaidesine bıraktıkları silahlar, günümüzün İŞİD terörünün alt yapısını oluşturmaktadır.

Orta Doğuda taşların oynaması ile oluşacak olan BOP projesinin ön gördüğü gibi, ülkemizde de başlamış olan kan akımı, ne yazık ki yine yerli aptalların eliyle akıtılmaktadır. İçeriden ve sınır ötesi saldırılarıyla başı çeken PKK terörüne eklenen İŞİD terörü yanında, devletimizin önemli makamlarına kadar gelen FETÖ terörü de üzerine düşen görevi yerine getirmekte geç kalmadığını 15 Temmuz darbe girişiminde göstermiştir. Atlatılan bu tehlike geçmiş midir? Hayır, geçmemiştir!

Sonuç olarak görüyoruz ki; “Batılılar 2. Irak savaşından sonra kendi askerlerinin ölmesini kendi halklarına anlatmakta zorluk yaşadıkları için, yerli halkı kullanmayı tercih etmişler; ve bunda da ne yazık ki başarılı oldular”!

Başta siyasiler olmak üzere bize düşen görev ise; “kayıtsız şartsız birliğimizi koruyarak, bu alçakça planlara karşı ülkemizi korumak ve savunarak dünyaya bir daha göstermektir ki; her ne kadar bu ülkede aptallar olsa da; Türküyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla Kerkez’iyle; hulasa Türk milletinden Arap baharı olmaz!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

26.08.2016

IRAK VALİSİ HACCAC BİN YUSUF

haccac

[Allah’ın adını anmadan, bismillah dahi demeden ilk hutbeyi okuyan Irak valisi Haccac bin Yusuf]
Müslümanların Saltanat kavgalarında Irak bölgesine vali dayanmıyordu. Haccac bin Yusuf Hicretin 64. yılında Irak bölgesine Emevi Halifesi Abdülmelik tarafından vali olarak tayın edilir.
Irak valisi Haccac bin Yusuf’un Irak halkına verdiği o meşhur hutbe:
“Ben meşhur bir adamım. Kazandığım zaferler, yaptığım işler benim şöhretimi her gün biraz daha arttırıyor. Sarığımı çıkarayım da kim olduğumu görün (yüzü sarığına iliştirilmiş bir peçeyle kapalıdır). Şimdi beni iyice gördünüz mü? Beni tanıdınız mı? Ha! Bakıyorum, bazılarını beni iyice görebilmek için gözlerini kırpıştırıyor, boyunlarını uzatıyor. Bu uzanan boyunlar üzerindeki kelleler ne güzel kılıçtan geçer!.. Ben kelle uçurmakta gayet ustayımdır. Daha şimdiden şu sarıklarla, şu sakallar arasında kesilen boyunlar dan akan kanların akışını görür gibiyim.
Müminlerin emiri, saçağını boşalttı, oklarının arasından en zalim, en keskin, çelikten ve en sert ağaçtan yapılmış olan oku bulup seçti. O ok da benim.
Ey Iraklılar! Ey isyan ve ihanetten başka bir şey bilmeyen asiler! Kötü kalpliler. Ben öyle hamur gibi yoğrula-bilen cinsten yumuşak kalpli bir insan değilim.
Sizi kırbaç düşmanları, sizi köle karı yavruları sizi! Ben Haccac b. Yusuf’um. Benim tehditle vakit geçirmeyip, çok çabuk dediğini yapan bir adam olduğumuzu göreceksiniz. Ben fazla vakit kaybetmekten, konuşmaktan hoşlanmam. Bundan böyle hiçbir yerde bir kalabalık toplandığını görmeyeceğim.
Toplantı, içtima hepinize yasaktır!
Kendi aranızda gizli gizli konuşma istemem. Bundan böyle kimse kimseye ‘Neler oluyor? Yeni ne haberler var?’ diye sormayacak.
Ne oluyorsa oluyor, size ne, fitne çocukları!
Herkes bundan böyle yalnız kendi işiyle uğraşacak. Kimse başkalarının işlerine karışmayacak.
Elime düşecek adamın vay haline!
Dosdoğru yürüyecek, ne sağa, ne sola döneceksiniz.
Başınıza getirdiğim adamları takip edip, halifeye biat edecek, ona sadakat ve itaat yemini ettikten sonra yola çıkacaksınız.”

**
Haccac bin Yusuf ölümünde arkada bıraktığı miras, sadece bir Kur’anı kerim, 10 dirhem para ve kılıçtan başka bir şey değildi.
Kaynak: Büyük İslam tarihi Cilt II sayfa 348

Boşuna dememişler; “her toplum hak ettiği gibi idare edilir” diye.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
19.06.2016

BUGÜN BİR DOST GELSE KABE ELİNDEN

dost

 

 

 

 

 

 

 

 

 

***

 

 

Bugün bir dost gelse Kabe elinden

Varsam gitsem dergahına gül ile

Sorsam ki destur var mı gönül sultanım

Destur var mı dergahında dil ile

***

Hayırlı olsun Ramazan ayının devamı…

Mehmet Nuri Sunguroğlu

16.06.2016

ŞEHİD CENAZELERİMİZE SİYASETİ KARIŞTIRMAYIN!

sehit

Allah’ınızı, Peygamberinizi seviyorsanız, Şehid cenazelerimizi siyasete karıştırmayın! Zaten içimiz yanıp duruyor; utanın biraz!

Cenazelerimiz kutsaldır. Hele ki vatan uğruna Şehid olanların cenazesi, kutsaldan biraz daha öteyedir!
Hangi partiden olursa olsun; Şehid cenazelerimizi kullanarak siyaset yapanlar, kin kusanlar ülkemizin huzurunu bozan, terörü teşvik eden geri zekalılara yüz vermeyin, şımartmayın ve onların verdikleri parti desteğini ret edin!
Hiç bir kişi olamaz ki; „ben Müslümanım diyecek ve katıldığı Şehid cenazesinde siyasi eylem yapacak. Yok böyle bir şey! Olamaz, kabul edilemez!
Umalım ki aklı selim düşünenler bu gibi konulara taviz vermezler! Umalım ki bu gibi eylemlerde bulunanlar kanunların eliyle gereken cezalarını alırlar!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
08.06.2016

BU NASIL BİR DİN ANLAYIŞIDIR?

oktarÜLKEMİZDE YAKILACAK KİTAP YOKTUR AMA; KAPANACAK TELEVİZYONLAR VARDIR!

Şimdi Ramazan ayına giriyoruz. Yüzlerce sözüm ona İslam bilginleri bizlere vaazlar verecekler. İyiliğimizi, iyi olmamız için ne yapmamız gerekli olduğunu; Cenneti, huri kızlarını anlatacaklar. Cehennemi, ateşin gücünü izah edecekler. Sakız oruç bozar mı sorusunu tartışacaklar; emeklerinin karşılığını da alarak bayramı kutlayacaklar. Gözümüz yok, neden olsun ki…
Elbette ki hepsini aynı kefeye koymak yanlış olsa da, aralarında bazıları var ki; yüce dinimizle dalga geçmektedirler.

Bunlardan birisi de Harun Yahya mahlası ile dini eserler (!) veren, Adnan Oktar’dır. Adam bir tarafta dini eserler(!) verirken, öteki tarafta tv. sinde göbek attırıyor ama, İslamı kepçe ile dağıtanların sesi çıkmıyor. Yazıklar olsun ki bu güzel ülkemizde her şeyin İslam için yapıldığını iddia edenler, her nedense bu aklı belden aşağı olanlara seslerini çıkarmazlar.

Aslında Adnan Oktar’ın ne yaptığı değildir mesele. Mesele Harun Yahya ile Adnan Oktar’ın aynı kişi olmasıdır. Bir tarafta inanç dünyası için İslam üzerinden eserler(!) vererek bir alim gibi ortaya çıkarken, öteki tarafta tamamen karşıtı olan bir sohbet ile toplumun önüne çıkacaksın. Ve ülkemizde her şeyi İslam için yapıyoruz diyenler bu duruma göz yumarak sesini çıkarmayacaklar. İşte meselenin bütün sırrı ve iğrençliği burada saklıdır. Üzücü olan da budur! Yani; bir “patroniçenin” icazet vermesi gibi bir durum var ortada.
Allah hiç bir toplumu şaşırtmasın, amin!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
06.06.2016

CEM ÖZDEMİR’E AÇIK MEKTUP

ERIVAN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[Evet Sn. Özdemir. Sizi tebrik ediyorum…yok hayır. Sizi kutluyorum ki; Alman parlamentosunu ve Alman gazetelerini gülünç duruma düşürmeyi başardınız!

CEM ÖZDEMİR’E AÇIK MEKTUP

Sn. Özdemir, Sizi yürekten tebrik ediyorum ki; iki yıllık Amerika tecrübelerinizin dönüşünde yapmış olduğunuz çalışmalarla Ermeni Soykırımına; “Şansölye Angela Merkel’in ve dış işleri bakanı Walter Steinmeier’in katılmadığı oylamada Alman Parlamentosundan evet oyu aldınız.” Ve Sizi tekrardan tebrik ediyorum ki; kendinizi ve Alman Parlamentosunu, hatta tüm Alman medyasını dünya kamu oyu önünde gülünç bir duruma düşürmeyi başardınız. Neden mi Sn. Özdemir! Uzun yazmayacağım, kısa olacak!

Sn. Cem efendi!

Parlamentoda tüm konuşanları takip etmiştim. Bu sabah da Alman medyasını gözledim. Hatta Size teşekkür eden Türk gazetecisinin de olduğunu gördüm. Parlamento konuşmalarını dinlerken içimden gülmek gelmemişti ama; bu sabah Alman gazetelerini okurken kendimi tutamadım. Tutamadım dersem, güldüğümü sanmayın, bir acı tebessümdü hepsi.

Biliyormusunuz Sn. Özdemir. Olaylar bu kadar acı olmasa, insanın gülesi gelirdi.

Bakınız Sn. Özdemir! Size göre 1915 de neler olmuş, neler olmamış.

1915 olaylarında tek bir Türk ölmemiş. Tek bir kadının ırzına geçilmemiş. Tek bir çocuğumuz havaya atılıp altına süngü tutulmamış. Türkler evlere doldurulup yakılmamış. Ermeniler Osmanlıya karşı hiç bir isyan yapmamışlar. Ruslar ile beraber çalışmamışlar. Ama biz Türkler her şeyi yapmışız. Yani durup dururken, keyfimiz öyle istediği için katliamlar yapmışız, sürgünler düzenlemişiz, insanları öldürmüşüz, asmışız, açlığa terk etmişiz ve daha neler ki neler yapmışız.

Yani; onurla temsil ettiğin, vatandaşlığına sahip olduğun Almanların yaptığı gibi, insanları hiç bir günahı yokken, sadece başka bir ırktan olduğu için toplayarak mezbahana ya, gaz odalarına, fırınlara göndermişiz.

Şimdi Size soruyorum! 1915 olayları böyle mi olmuş Sn. Özdemir?

Bırakalım benim büyük halamı. Bırakalım Türklerin ne dediklerini. Peki; bir çok yabancı bilim adamlarının bu konu hakkında tamamen aksini yazdıklarını nereye koyacağız sn. Özdemir?

Nereye koyacağız adıyla, köyüyle, mekanıyla tespit edilmiş, arşivlenmiş 518 bin hunharca öldürülen Türk insanını? Nereye koyacağız tespit edilemeyenlerin listesini? Nereye koyacağız dere boylarında, kuytularda ırzına namusuna tecavüz edilenlerin listesini? Nereye koyacağız bunları ‘güzel çocuk’? 1970 yıllarında okula gittiğini düşünüyorum. Git öğretmenine sor bakalım ki; sizlere tarih dersi verdiler mi? Vermediler. Çünkü Almanlar tarih dersinden korktukları için, dersini de okullarda okutmaktan korkuyorlardı!

Evet Sn. Özdemir. Sizi tebrik ediyorum…yok hayır. Sizi kutluyorum ki; Alman parlamentosunu ve Alman gazetelerini gülünç duruma düşürmeyi başardınız!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

04.06.2016

ALMANLARIN NABİBYA SOYKIRIMI

0012[„SUBHUMAN…ALT İNSAN, ARTIK İNSAN“]
ALMANLARIN NAZİLERDEN ÖNCEKİ SOYKIRIMI
Afrika’nın Nabibya bölgesinde Almanların Herero ve Nama Soykırımı hakkında fazla bilgi sahibi olmayanlar için kısa bir yazı.

Tarih 1904. Yer Afrika/ Nabibya.

İşte bu tarihlerde bölgede bulunan elmas yatakları, bölgenin önemini Almanlar ve başkaları için daha da arttırdı. Almanlar ne pahasına olursa olsun, bu zengin elmas yataklarına sahip olmak istiyorlardı. Bu amaç için ise; her şey mubahtı. Ölmeliydi insanlar. Zira Almanlar onlara insan demiyorlardı; „subhuman“ diyorlardı. Yani; „alt insan, artık insan“ gibi terimlerle ifade ediyorlardı elmas yataklarının asıl sahiplerini.
Alman General Lothar von Trotha, bu “alt insanlara, bu artık insanlara” şu talimatı vermişti.

General Lothar von Trotha:
„Ben, Alman kuvvetlerinin muzaffer komutanı, bu mektubu Herero halkına gönderdim… Bilesiniz ki tüm Hererolar burayı terk edecektir. Alman sınırları içinde bulunacak silahlı ya da silahsız her Herero, bir hayvanla beraber olsun olmasın, vurularak öldürülecektir. Şu andan itibaren karınızı ya da çocuğunuzu da bu topraklarda istemiyoruz. Onları da ya süreceğim ya da vuracağım. Hererolarla ilgili kararım budur!“

…arkasından ise acımasız infazlar başlayarak devam etmişti. Bazı tarihçiler on, hatta yüz binlerce diyenlerde var, insan öldürülerek gerçek anlamda bir soykırımı uygulanmıştı Nabibya’da.

Almanlar bu koloniyi 1. dünya savaşında aldıkları yenilgiden sonra yapılan, 1918 Versay Anlaşması ile Güney-Afrika’ya vermek zorunda kalmışlardır.
Almanların bu ilk soykırımı: Herero ve Namaka Soykırımı ya da Namibya Soykırımı. (Almanca: Aufstand der Herero und Nama) olarak tarih de yerini almıştır.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
02.06.2016

YENİDEN DİRİLİŞ Mİ? ANLAMADIM, BİR DAHA ANLAT!

ISTANBULÜlkemizde „yeniden diriliş“ gibi hamasi sloganlarla günlerdir tarihte görmediğimiz bir siyasi şov yapılmaktadır. Yeniden dirilmek için, önce ölmek gerek. Biz 93 yıl önce ölümden dönmüş ve dirilmiştik; bu arada yeniden ölmüştük de, haberimiz mi olmadı!

Bugün 29 Mayıs. İstanbul’un Büyük kumandan Fatih tarafından fethinin 563. yıl dönümü; kutlu olsun!

Peki… İstanbul’un 93 yıl önce Gazi Paşa tarafından kurtuluşunu ne zaman bu muhteşemlik le kutlayacağız?

Hani; „O“ çok gururla söylediğiniz ama, bir türlü kabul edemediğiniz: „geldikleri gibi giderler“! sözlerinin söylenişine sebep olan 61 pare düşman gemisinin top namlularının Dolmabahçe sarayına döndüğünü gördüğünde söylemişti bu cümleyi! „Geldikleri gibi giderler“!

Adana’dan gelmişti, yorgundu. Çanakkale’de geçit vermediği düşman gemilerini Kız kulesi önünde gördüğünde hüzne boğularak söylemişti. …ve onlar geldikleri gibi de gitmiştiler!

Yoksa bu cümleye de mi sahip çıkacaksınız! El insaf Yarabbi!

Evet…bir yeniden diriliş var ama; günümüzdeki tarihini bilmeyenlere anlatılan ve üzerinden şov yapılan diriliş değildir o diriliş. O diriliş; İstanbul’un 5 yıl süren işgalinden sonra, Türk Ordusunun 6 Ekim 1923 günü coşkun bir bayram havası içinde, sevinç gözyaşları arasında ve çiçek yağmuru altında kente girmesiyle sona erdiği gündür!

Yani; Türk milleti; „Gazi Paşasının önderliğinde ve söylediği gibi; İstanbul’a geldikleri gibi giden düşmanlarının gidişini seyrettiği, 6 Ekim 1923 yeniden dirildiği gündür“!

Şovunuzu anladık da, en azından şov yaparken gülünç olmayın efendiler!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

29 Mayıs 2016

 

AZ ARTIK AZ GELİYOR

AZ ARTIK AZ GELİYOR

İnsanlığın en büyük sorunu; “içinde taşıdığı vicdanın kimliğini unutmasında saklıdır”. Yani; içimizdeki ‘polisi’ öldürdük ama, onun yerine ne koyacağımızı bilemediğimiz içindir ki genel olarak sıkıntı içerisine düşmüş bir durumla karşı karşıyayız. Doyumsuz bir yaşam tarzıyla sermayeye teslim olmamız, çevremizde olup bitenleri görmemizi engellemektedir. Bu işin bir tarafı. Öteki tarafı ise; eskilerde yardım etmek çok daha kolaydı; azdan az, çoktan çok verebiliyorduk. Ya şimdi? Şimdilerde yardım etmek de zorlaştı artık. Çünkü azdan verilen bazen zoraki kabul olsa da, memnun edemediği için, bir çok yardımseverler yardım etmekte sıkıntı yaşıyor.
Evet…azdan az veremediğimiz bir dünyada, bir şeylerin çapraz gittiğini tespit etmek, içimizin boşaldığının bir başka ifadesidir.

Not: Son üç aydan beri yurt dışı seyahatim nedeniyle yazılarıma ara vermiştim. Tüm okuyucu dostlarıma selam ve sevgilerimi iletiyorum. Gününüz hayırlı olsun!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

“O SAATTE ORADA NE İŞİ VARDI?”

alleine“O SAATTE ORADA NE İŞİ VARDI?” …diye soranlar var bu ülkede tecavüzler arkasından. Tecavüze meşrutiyet verecek kadar bundan daha başka sapık bir düşünce olabilir mi?
Soralım o zaman yurdumun insanına!
Eşeğin tarlada, atın otlakta, köpeğin ormanda, tavuğun ördeğin kümeste, kedinin tavanda ne işi vardı? Ne işi vardı çocuğun beşikte, okulda, kuran kursunda? Ne işi vardır bu milletin minibüste, taksi de? Ne işi olur mankenlerin vitrinde? Tüm bunlara tecavüz edilmedi mi bu ülkede?

Siz hangi mahlugattansınız? Zoofili*, parafili*, yoksa nekrofili* neslinden misiniz?

Belki de hiç birinden değilsiniz de, sadece toplumdaki düşüncelerin cesaretlendirdiği adi mahluklarsınız!
Bir toplum ki slogan halinde, koro şarkıları gibi dilinden düşürmez: “Kısa etekle gezersen böyle olur, en iyi kadın sokağa çıkmayan kadındır, hamilelerin sokağa çıkması ayıptır, çalışan kadın ne olacağı bellidir“ gibi söylemlere karşı kazan kaldırmazsa, kafasını iki bacak arasından çıkaramazsa, elbette ki hiç bir canlının, cansızın o saatte hiç bir yerde işi olamaz!
Lanet olsun bu zihniyete!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
28.01.2016

*Açıklama:
Zoofili* Hayvanlarla […]
Parafili* Cansız varlıklarla […]
Nekrofili“ Ölülerle [….]

2015 YILI WORDPRESS SAYFA RAPORU

2015 YILI SAYFA RAPORU
Değerli okuyucular, sevgili arkadaşlar.

Zaman zaman normal sayılan okuyucu trafiği üzerinde okuyucu alan sayfam için WordPress’den aldığım tebrikler, yazılarımın ilgiyle okunduğunun ispatı olmuştur.

WordPress’in 700 bin kadar blogları arasında tebrik almayı başaran Web sayfam, an itibarıyla ziyaretçi sayacında 318,148 ziyaretçisini göstermektedir. Dünyanın 100 ülkesinden ziyaret edilen Web sayfam 2015 yılında 78,000 okuyucuya erişebilmenin mutluluğunu sizlerle paylaşmaktan gurur duymaktayım.
www.cubuklukoyu.wordpress.com üzerinden sayfamı ziyaret eden tüm okurlarıma yürekten teşekkür ediyorum.
2015 Yılı raporu için alttaki bağlantıyı tıklamanız yeterlidir!
https://cubuklukoyu.wordpress.com/2015/annual-report/

Facebook sayfam için alttaki bağlantıyı tıklayarak sayfamı ziyaret edebilirsiniz.
Bize bu imkanları sunan WordPress ailesine ve siz değerli okurlarıma çok teşekkür ediyorum.
Sevgiyle kalın…

Mehmet Nuri Sunguroğlu

ÇOCUKLARIMIZIN KARNESİ BİZİMDE KARNEMİZDİR

karne[Çocuklarımıza, Öğretmenlerimize güzel bir karne tatili dileğiyle… Sevgiyle kalın!]

Bugün 18 milyon çocuğumuza karne verildi diyoruz. Kim bilir, belki de çok daha fazlasına karne verildiği bir gündür bugün? Çocuklarımızın karnesi bizimde karnemiz değilmidir? Pekiyi, iyi, orta zayıf diye okuduğumuz not dereceleri bizim de karnemizde olanlar değilmidir?

Öğretmeninden karnesini alan çocuk, eve hoplaya zıplaya geliyorsa, bizde onunla hoplayıp zıplamıyor muyuz? Boynu bükük, karnesini göstermekten çekinen çocuk ile aynı hüznü yaşamıyor muyuz? Aynı hüznü ve sevinci beraberce yaşadığımız, eve gelen karnede bizimde payımız olduğundandır.

Ülkemizde karne tatillerinde eve gelen karneyi beğenmeyen ebeveynler vardır. Bu veliler bazen o kadar ileri gidiyorlar ki; çocuklarımız intihar edebiliyorlar. İntihar eden çocuğumuzla, tüm aile, hatta tüm çevrenin bu intihar olaylarında hiç mi payı yoktur? Elbette ki direkt değil ama, ikinci kademe olarak hepimiz suçluyuz. Suçluyuz ki bizler; „çocuklarımızdan onlara veremediklerimizi“ bekliyoruz!

Komşunu çocuğu doktor olmuş, mühendis olmuş vs. sende olacaksın diyoruz. Bu anlayış yanlış ve hatalıdır. Bu ülkede herkes doktor olamaz, olmamalıdır. Toplumları toplum yapan, toplumun farklılıklarıdır. Bunu bilmek için kehanet sahibi olmaya da gerek yoktur.

Sevgili ebeveynler!

Çocuklarımıza taşıyamayacakları yükü vermeden önce, çocuklarımız bu yükü kaldırabilirler mi sorusunu cevaplayalım.

Ondan sonra çocuklarımıza ne verdiğimize bakmadan, çocuklarımızın getirdikleri düşük notlara bakarak onlara sitem, ceza vermeye kalkmayalım. Onlara belki çok şeyler vermişiz ama, asıl vermemiz gerekeni unutmuş olmamızın faturasını çocuklarımıza kesmeyelim!

Herkes her neredeyse, sandıkta mı yoksa tavan arasında mı; önce kendi karnesine bir göz atsın. Karnesini bulamayanlar ise, gitsin aynaya baksın!

Çocuklarımıza, Öğretmenlerimize güzel bir karne tatili dileğiyle… Sevgiyle kalın!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

22.01.2016

ORTA DOĞUYA NE ZAMAN BAHAR GELECEK?

 arabien[Yazık oldu Orta Doğuya, yazıklar olsun Avrupalıya! …ki; uymayan kaftanı, uymayan bedene giydirmeyi zorlayarak kol kanat kesmeyi medeniyet getirmek sandılar!]

Bilinen bir gerçek varsa oda şudur ki; Arap Baharına destek veren Avrupalılar kendi tarihlerini unutmuş olmalıdır.

Bir başka acı gerçek ise; Orta Doğu halkları despot rejimlerin idaresinden kurtulmak istediği için, ayaklanmış olsa da, henüz hayal ettikleri demokratik gelişmişlik yeterli olmadığı için istedikleri devrimleri gerçekleştirmekten çok uzaktadırlar. Yıktıkları yönetimleri paylaşmak sevdasına düşen bu adı geçen Arap ülkeleri, iç çatışmalara düşerek bölgeyi kana bulamış olmaları bunun en bariz delilidir.

Avrupanın gelişiminde yapılan devrimlerden biliyoruz ki; yapılan her devrimin arkasından ülkelerde yaşanılan kaosun bedeli hiçte az olmamıştır. Bu durum gerek Fransa devrimi olsun gerekse Almanya, Rusya devrimi olsun, arkasından mutlaka bir kaos yaşanmıştır ve binlerce, belki de milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Bunu çok iyi bilen Avrupalılar, kendi tecrübelerini sil baştan yaparak Orta Doğunun „doğal yapısını“ değiştirmek yolunu seçmesi, tarihin affetmeyeceği bir hatadır.

Orta Doğuya baktığımızda görüyoruz ki; dış kaynaklı olsa da yapılan yıkımların arkasından bitmeyen iç kavgalar ile tahribat devam etmektedir. Bu durumu Afganistan, Irak ve arkasından Tunus’da başlayan „Arap Baharı“ ile tüm Orta Doğuyu ateşe veren, son durağı Suriye olan ayaklanmanın bıraktığı yıkımlar içler acısı olmuştur. Baştan beri aklı selim olan insanların sürekli olarak söylediğini burada tekrar edecek olursak: „Suriye düşerse, sıra Türkiye’ye gelir“ sözünün ne kadar doğru olduğuna bir daha şahit oluyoruz.

Ülkemize yapılan terör saldırılarının sebepleri çok iyi analiz edilirse, bunda bizim de payımız olduğu ortaya çıkar. İnanç üzerinden bağ kurduğumuz insanları ülkemize aldık. Mülteci politikamızda eksiklik olduğunu kabul etmedik. Hudutlarımızı yeteri kadar sıkı kontrol altına almadık.

Bundan daha kötüsü ise; en azından Avrupalılar kadar, bizde dış politikada yanlış adımlar atarak başka devletlerin iç işlerine karışmayı bir „büyük ağabeylik“ gibi algılayarak, o devrin çoktan tarihe karıştığının farkında olamadık. Sanırım ki; en büyük hatayı da burada yaptık.

Başlıkta sorduğumuz sorunun cevabına gelince.

Bölgemiz olan Orta Doğu, tarihinin en zor çağını yaşıyor. Eski çağlarda yapılan savaşlarda kılıç vardı, günümüzde ise gelişmiş savaş teknolojisi ile yapılan tahribat, öldürülen insan, göçe zorlanan insanların dramı hiç bir zaman bu kadar büyük ve acımasız olmamıştı.

Günümüzdeki Orta Doğu, Romalıların Yahudileri dağıtmasına ölçek olacaktan da daha çok ileri gitmiş olan bir tahribatın ölçüsü olmuştur. Orta Doğuda en azından günümüzde yaşayan kuşak değişmeden Baharı beklemek hayalden başka bir şey değildir. Bu ise en azından 50-100 yıl demektir.

Yazık oldu Orta Doğuya, yazıklar olsun Avrupalıya! …ki; uymayan kaftanı, uymayan bedene giydirmeyi zorlayarak kol kanat kesmeyi medeniyet getirmek sandılar!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

14.01.2016

 

ORTA DOĞU… LÜKSÜN İBADETE DÖNDÜĞÜ COĞRAFYA

abbild_Digital_[Allah kimseyi kendi günahını da şeytana yükleyecek kadar cahil eylemesin!]

Dinlerin çok, inananı çok olsa da samimi olmayan, imanın zayıf, mezheplerin, tarikatların, şeyhlerin “tapıldığı” Kralların altın lavaboda oturduğu, lüks yaşamın inanca döndüğü, açlığın ve sefaletin kol gezdiği, silahların konuştuğu, insanın sustuğu, susturulduğu dünyadır!

Allah’ın; din, peygamber göndermek “zorunda” kaldığı, şeytanın bol olduğu, İlahların lanetlediği, duaları kabul olmayan insanların yaşadığı toprakların adıdır Orta Doğu.

Orta Doğu; geç kalmış sosyal reformların, bir türlü düzelmeyen feodal yapının faturasını ödemektedir.

Orta Doğu; Allah’ın değer verdiği, başta insan olmak üzere yarattığı tüm canlılara yaşam hakkı tanımadığının faturasını ödüyor.

Orta Doğulular bu yaşam geleneklerini inanç dünyasına taşıyarak dinin özüymüş gibi kutsallaştırdığının faturasını ödüyor.

Orta Doğu; yaratılışın mucizesine ortak olan kadınının değerini bilmediğinin, O’na çirkince, acımasızca, iğrenç, satış listelerine koyduğuna kimsenin sesinin çıkmadığının faturasını ödüyor.

Orta Doğu; bir yanda hiç bir inancın kabul edemeyeceği lüks hayatı yaşarken; ekmeği özleyen çocukların günahının faturasını ödüyor.

Orta Doğu; Allah’ın sadece Kuran’da adı geçen 25 peygamber göndererek aydınlanmasını istediği ama, gönderilen her peygamberi kovduğunun, öldürdüğünün, hicrete zorladığının faturasını ödüyor.

Orta Doğulular kendi burnundan kıl almadan, aldırmadan, kendisini sorgulamadan, nereye gidiyoruz diyemeden; tüm bunları “dış mihrakların komplosudur” diye bu işin içinden çıkamaz!

Orta Doğunun önemli bir parçası olana ama; üç yüz yıldan beri batıyı arayan biz Türkler ise; Doğu Batı sentezinde farklı kültürlerin kesiştiği bir İmparatorluğun ağır mirasının üzerinde yaşayan farklı etnik ve farklı ibadet ile Alla’ha dua edenlerin oluşumundan kurulmuş bir devletin vatandaşlarıyız. Anadolu coğrafyasında yaşayan bu insanların kökünü, etnik yapısını unutturacak ve tüm bu çeşitlilikten ümmet yapmak düşüncesinin faturasını ödüyoruz.

İnsanlar inandıkları her dinin zaten ümmeti olduğunu yeni bir şeymiş gibi kitlelere takdim ederek insanların inancı üzerinde yapılan siyasetin faturasını ödüyoruz.

Televizyonlarda nasihat, vaaz verirken, din üzerinden daha çok fitne verenlerin ve onlara alkış tutanların faturasını ödüyoruz…

Adını ne koyarsanız koyun; hepsinin altında toplandığı çatının adı cehalettir. İşte bu vahim talihsizliğin kararlılığı olan, cehaletinin esaretinden kurtulamadığının faturasını ödüyor Orta Doğu halkları.

Ödedik, ödüyoruz ve bu güzel coğrafyanın tüm günahlarını şeytana yüklediğimiz süre de, ödemeye devam edeceğiz!

Allah kimseyi kendi günahını da şeytana yükleyecek kadar cahil eylemesin!

Allah kimseyi din ve iman ile sefillerin üzerinden yürüyecek kadar, öldürecek kadar, hapislerde zindanlarda çürütecek kadar, dar ağacına asacak kadar, saltanatları için kutsal toprakları düşman çizmesine teslim edecek kadar kendisinden uzaklaştırmasın!

Allah kimseyi dinden imandan ayırmasın…Amin!

Başka?

Mehmet Nuri Sunguroğlu

13.01.2016

MİLLETİMİZİN BİR DAHA BAŞI SAĞ OLSUN!

BEYAZMİLLETİMİZİN BİR DAHA BAŞI SAĞ OLSUN!
Asla! …ne içeriden, nede dışarıdan; bu milleti bölemeyecek,
karanlığa da boğamayacaksınız! Yasımız her gün büyüse de, ağlamayacağız! Çünkü şimdi… kenetlenme zamanı!

MEHMET AKİF ERSOY’UN 79. ÖLÜM GÜNÜ ANISINA

Akif-1Edebiyatımızın büyük ustası, milli marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’u Ölümünün 79. yılında rahmetle, Minnetle ve şükranla anıyoruz. Mekanın cennet olsun büyük usta!

UYAN
Baksana kim boynu bükük ağlayan.
Hakkı hayatındır senin ey müslüman,
Kurtar artık o biçareyi Allah için.
Artık ölüm uykularından uyan.

Bunca zamandır uyudun kanmadın,
Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa.
Sen yine bir kerre kımıldanmadın.

Ninni değil dinlediğin velvele,
Kükreyerek akmada müstakbele.
Bir ebedi sel ki zamandır adı,
Haydi katıl sen de o coşkun sele.

Karşı durulmaz cereyan sine-çak…
Varsa duranlar olur elbet helak.
Dalgaların anmadan seyrini,
Göz göre girdAba nedir inhimak?

Dehşeti maziyi getir yadına;
Kimse yetişmez yarın imdadına.
Merhametin yok diyelim nefsine;
Merhamet etmez misin evladına?

Ben onu dünyaya getirdim diye
Kalkışacaksın demek öldürmeye!
Sevk ediyormuş meğer insanları,
Hakkı-ı übüvvet de bu caniliğe!

Doğru mudur ye’s ile olmak tebah?
Yok mu gelip gayrete bir intibah?
Beklediğin subh-i kıyamet midir?
Gün batıyor sen arıyorsun tebah.!

Gözleri maziye bakan milletin,
Ömrü temadisi olur nakbetin.
Karşına müstakbeli dikmiş Hüda,
Görmeye lakin daha yok niyyetin.

Ey koca şark! Ey ebedi meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyet et.
Korkuyorum, Garbın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin mel’anet.

Hakk-ı hayatın daha çiğnenmeden,
Kan dökerek almalısın merd isen.
Çünkü bugün ortada hak sahibi,
Bir kişidir: ‘Hakkımı vermem’ diyen.

Mehmet Akif Ersoy

 

AZİZ SANCAR OLAYI

sancar“BİR VUKUAT İŞLEDİK, AFFOLA…”!

Türk dil kurumuna göre Sancar: „Kısa kama, saplayan, batıran, yenen“ anlamıyla izah edilmektedir. Sn. Aziz Sancar hocamızın adına yakışacak düzeyde başarılara imza atmış olması ismi ile ne kadar bağlıdır bilinmez ama; yeteneklerinin en azından isminin izahı kadar güçlü olduğuna şahit olduk.

Aziz Sancar hocamız geldi, gördü, ödülünü aldı ve aldığı ödülü Atatürk adına Genelkurmay başkanlığına armağan etti. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, hocamızın kararına saygı duymak lazım. Aziz Sancar hocamızın bu jesti, oyunun son sahnesiydi. Asıl oyun Nobel ödülünü alacağının duyulmasında oynanmıştı; ben oraya değinmek istiyorum.

Başta BBC olmak üzere hocamızı kırk parçaya böldüler. Arap dediler, Kürt dediler, Türk dediler. Hatta bazı partilerin hocaya sahip çıkmak istediklerine de şahit olduk. Aziz Sancar hocamız ise; tüm bunlara „aidiyetinin Türk olmasıyla ve bununla gurur duyduğunu, başarılarını Atatür ve onun kurduğu Cumhuriyete borçlu olduğunu söyleyerek cevap verdi. Bu düşüncesinin altını da çizmek için aldığı Nobel ödülünü Anıt kabre armağan etti. Şimdi gelelim asıl söylemek istediğime.

Biz millet olarak böyle başarılara imza atmadığımız için, böyle başarıların nasıl hazım edileceğini bilemediğmiz için ne yapacağımızı da şaşırdık.

1) Sn. Sancar hocamızın nasıl da „parçalara bölünerek“ sahiplenildiğine üzülerek şahit olduk.

2) Henüz ne kadar arka sıralarda oturduğumuzun, dersi duyamayacak kadar sesli bir sınıfta olduğumuzun farkında olduk.

3) Davranışımızla bir vukuat işledik.

4) Ne kadar bilmesek, inkar etsek de, bu bir „vukuattır“…geri kalmışlığımızın vukuatı dır!

5) Akıl ile zekanın, egomuzun karşısında aciz kalarak homojen olarak çalışmadığının, uyumsuzluğunun vukuatı dır!

6) Dünyanın evrenselliğinden yoksun kalmanın vukuatı dır!

7) Bilimin önemini anlamadığımızın vukuatı dır!

8) Etnik köken saplantımızın affedilmeyecek olan vukuatı dır!

9) Siyasal düşüncelerimizin bizi insanca düşünmekten mahrum ettiğinin vukuatı dır!

10) Utanacak yerde, avını paylaşamayanlar gibi davranmanın vukuatı dır!

11) İnancımıza, değerlerimize, ilime ve bilime ne kadar uzak kaldığımızın vukuatı dır!

Keşkem bu ve buna benzer olaylara olan susuzluğumuzu giderecek daha çok başarılara imza atan bilim adamlarımız olur da, gelecek ödüllerde nasıl davranacağımızı öğrenir ve bu gibi insanlarımızı parçalamakta acele etmekten uzak kalırız.
Mehmet Nuri Sunguroğlu

21.12.2015

 

SİLAHSIZ İSYANIN ÖZGÜRLÜĞE GİDEN YOLU… MAHATMA GANDİ

gandiDünya tarihini değiştiren kişilikler arasında hayran olduklarımın arasındadır Mahatma Gandi. Aslında bir hukukçu olan Gandi, Hint halkını zavallılıktan, teslimiyet ruhundan kurtaran şiddetsiz ayaklanmasının felsefesini Batı kültürünü çok iyi tanıdığna borçludur.

Zülme karşı; şiddet uygulamadan direnişin ilk tecrübelerini Güney Afrika’da yapan Gandi, Hindistan’a döndüğünde İngilizlerin Hindistan’ı terk etmelerinin zamanı geldiğine inanmıştı. Silahsız direnişin simgesi haline gelecek olan Mahatma Gandi, Sonunda Hint halkına özgürlüğünü armağan edecekti. Kendisiyle yapılan bir röpörtajı okurken, silahtan ve şiddetten neden nefret ettiğimi bir daha anladım. Ve inanıyorum ki; eğer Mahatma Gandi İngilizlere karşı silahlı ayaklanma yapmış olsaydı, bu savaş günümüze kadar devam edecekti; ve Hindistan günümüzün Orta Doğusu olmaktan kurtulamayacaktı.

*

Mahatma Gandi:

Aslında biz, Avrupalıların ruhumuzu değiştiren düşünceleri ile Avrupalılara karşı çıktık

Bugün Avrupalıları kovmak arzumuzun tek sorumlusu Avrupalıların kendileridir diyorum size! Onların fikirleri bizi değiştirdi, bizi Hintlilikten ayırdı ve hocalarımızın talebeleri olunca, artık hocalardan kurtulmak arzusu duyduk. İngiliz fikirleriyle en fazla yoğurulmuş adam, benim! Bunun için İngiliz aleyhi hareketin başına geçmek bana düştü. Mesele, burada, Avrupalı gazetecilerin yazdıkları gibi, Batı ile Doğu savaşı değildir. Tam aksi: Avrupalılaşma hareketi Hindistan’a o kadar yerleşti ki, Avrupa’ya karşı ayaklanmak zorunda kaldık.

Mahatma Gandi Görüşmesi*

Hindistan’dan, en büyük Hintliyi görmeden ayrılmak istemedim. Onun için, iki gün evvel, Gandi’nin oturduğu Satyagha-Ashıram’a gittim.

Mahatma beni çıplak bir odada kabul etti. Yere oturmuş, boş bir çıkrığın yanında kendi iç alemine dalmıştı. Fotoğraflarındakinden daha çirkin, daha sıska

görünüyordu.

Dereden tepeden konuşurken dedi ki:

– “Neden İngilizleri kovmak istediğimizi soruyorsunuz. Sebebi gayet basit: Tamamen Avrupalılara özgü bu fikri bana ilham eden bizzat İngilizler oldu. Benim düşüncem, kafam uzun müddet kalmış olduğum Londra’da teşekkül etti. Şunu öğrendim ki, hiçbir Avrupalı millet bir başka milletin insanları tarafından idare edilmeye, onların emri altında olmaya tahammül etmez. Bu milli ağırbaşlılık ve bağımsızlık duygusu, Fetih neticesi buraya giren İngiliz ve genellikle Batı kültürü, bizim hayat hakkındaki inancımızı

değiştirdi. Bizim diyorum, yani aydınlardan bahsediyorum, zira halk kitleleri Avrupa’nın bize gönderdiği hürriyet mesajlarına kulak asmamaktadır. Batı fikirlerini benimseyen ilk Hintli ben oldum ve kardeşlerimden daha az Hintli olduğum için onların rehberliğini üzerime aldım.

Kitaplarımı okumuş ve propagandalarımı takip etmişseniz, kültürümün, politika ve fikir eğitiminin beşte dördünün Avrupa asıllı olduğunu görmüşsünüzdür.

Benim hakiki hocalarım Tolstoy ile Ruskin’dir. Karşı koymak teorim “Cemînî”likten fazla, özünü Hıristiyanlıktan almaktadır. Ben Eflâtun’u tercüme ettim, Mazzini’ye hayranım, Bacon, Cariyle, Böhme üzerine incelemelerim var, Emerson ve Carpenter’den çok yararlandım. İtaatsizlik lüzumu üzerine fikirleri Concord’un münzevi filozofu Thoreau’dan aldım ve makine aleyhine yaptığım propaganda, 1811 ile 1816 arasında Ned Lud ve taraftarlarının İngiltere’de yaptıklarının aynıdır. Nihayet çıkırığın şiirselliği, bana, Goethe’nin Faust’undakî Margeurîte faslını okurken göründü.

Görüyorsunuz ki, teorilerimi Hint’ten değil Avrupa’dan ve bilhassa İngilizce yazan yazarlardan almış bulunuyorum. Tasavvur ediniz, ben “Bihagavad Gita”yı 1890 yılında ilk defa Londra’da okudum, buna da beni bir İngiliz kadını, Mrs. Besant teşvik etti. Şayet bugün Müslüman, Parsı veya Hıristiyan bütün Hintlileri birleşmeye davet ediyorsam, bunu, dinlerin birliğini ilan etmiş olan ve tamamen Avrupalıların ortaya çıkardığı bir akideyi izleyerek yapıyorum. İlaveye lüzum yok, sınıf farklarını kaldırmak fikrini de Büyük Fransız İhtilali’nin eşitlik prensiplerinden alıyorum.

XIX. asır Avrupa tarihi, üzerimde, katı tesirler yaptı. Greklerin, İtalyanların, Polonyalıların, Macarların ve Kuzey Slavlarmın yabancı hâkimiyetinden kurtuluş savaşları gözlerimi açtı. Mazzini benim peygamberim oldu. Ve İrlanda’nın “Home Rule” teorisi burada adına “Hint Svarai” dediğim harekete örnek oldu. Yani ben Hindistan’a, Hint zihniyetine tamamen yabancı bir prensip getirdim. Tevekkül ve metafizik içinde yaşayan Hintliler politikayı daima aşağı bir meziyet saymışlardır. Şayet, derler, bir hükümet lazımsa bunu kurmak isteyenler de varsa yapsınlar, bir angaryadan kurtulmuş oluruz.

İdareyi ellerinde tutanların yerli Racalar veya yabancı imparatorların oluşu ona vız gelir. Asırlarca Mongol ve Müslüman hâkimiyetine tahammül edişimizin sebebi budur.

Sonra Fransızlar, Hollandalılar, Portekizler ve İngilizler geldiler; kıyılara ticaret evleri kurdular, içerilere girdiler; biz aldırış etmedik. Bugün Avrupalıları kovmak arzumuzun tek sorumlusu Avrupalıların kendileridir diyorum size!

Onların fikirleri bizi değiştirdi, bizi Hintlilikten ayırdı ve hocalarımızın talebeleri olunca, artık hocalardan kurtulmak arzusu duyduk. İngiliz fikirleriyle en fazla yoğurulmuş adam, benim! Bunun için İngiliz aleyhi hareketin başına geçmek bana düştü. Mesele, burada, Avrupalı gazetecilerin yazdıkları gibi, Batı ile Doğu savaşı değildir. Tam aksi: Avrupalılaşma hareketi Hindistan’a o kadar yerleşti ki, Avrupa’ya karşı ayaklanmak zorunda kaldık. Eğer Hindistan tamamen Hintli, kaderci ve iç alemine dalmış hakiki Doğu olarak kalmış olsaydı hiçbirimizin aklına İngiliz boyunduruğunu silkmek gelmezdi.

Ben, vatanımın eski ruhuna, geleneklerine ihanet etiğim için Hindistan’ın kurtarıcısı olarak göründüm. Okullarımızda yayılan İngiliz kültürünün de mükemmel bir zemin hazırladığı benim bu yola girişim sayesinde artık Avrupa fikirleri halk tabakaları arasında kökleşmiştir ve derdin devası da kalmamıştır. Halbuki bir Hintli köleliğe tahammül edebilir, İngilizleşmiş bir Hintli ise, İngiltere’de her İngiliz nasıl kendi kendinin hâkimi ise, Hindistan da kendi efendisi olmak ister. Benim 1920 yılına kadar olduğum gibi en müfrit İngilizperest mecburen Britanya aleyhtarıdır.

İşte Gandi hareketi denilen şeyin asıl sırrı budur. Hakiatte buna “Avrupalılığı kabul etmiş Hintlilerin mürted Avrupalılara karşı hareketi” demelidir. Avrupalılıktan kastım şu.

Fransızlar ve Almanlar hüküm sürmek üzere gelip insaniyet adına kendilerini idare iddiasında olurlarsa utançlarından ölecek

İngilizlere karşı. Siz ruhumuzu değiştirdiniz! Artık sizin mevcudiyetinize tahammül edemeyiz. Goethe’nin “Büyücünün çırağı”nı hatırlıyor musunuz? İngilizler içimizdeki politika şeytanını uyandırdılar, şimdi onu zararsız kılmak için ne yapacaklarını bilmiyorlar. Daha beter olsunlar!”

Birkaç dakika vardı ki, içeriye tilmizlerden biri girmiş, Mahatma’ya bir işarette bulunmuştu. Sözlerini bitirir bitirmez kalktım, beklenmedik bu açıklaması için kendisine teşekkür ettim ve otomobille Ahmedâbâd’a döndüm.

Kaynak: *Giovanni Papini

TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

Mehmet Nuri Sunguroğlu

03.12.2015

SPİEGEL SKANDALI VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ

spiegel“Der Spiegel olayı”… Tarihi belgelerle 1962 yılında Alman hükumetinin yüz karası.

Batı basınından keyifle okuduğum haber odaklı „Der Spiegel“ dergisi Hamburg’da basılır. Haftalık çıkan bu dergi, 1962 yılında Almanya hükumeti tarafından „vatana ihanet“ suçuyla kapatılması için mahkemeye verilir.
Almanya ve Avrupa için „özgür basının simgesi“ olan bu dergiye atfedilen suçun özeti ise; olası bir üçüncü dünya savaşında Alman ordusunun savunmasının yeterli olmayacağıdır. Haberi dergiye sızdıran ise, Alman ordusunun bir üst düzey subayı idi. Tarihe „Spiegel skandalı“ olarak geçmiş bu olay, günümüzde dahi belleklerde saklı durur. Basın özgürlüğün neyi ifade ettiğini bienler için bir tarihi bilgi olsa da, bilmeyenler için bir ders olsun! Sıkılmadan okuyun, tekrar okuyun derim!

SPİEGEL SKANDALI
1962 yılında dönemin Başbakanı Konrad Adenauer, Almanya Federal Meclisindeki konuşması sırasında; “ülkede vatana ihanet gibi aşağılık bir tutum mevcut” diyordu. Sanki bir sinyal vermiş gibi kulaklara erişen bu cümle, zamanın baş savcısını harekete geçirmişti.
Der Spiegel dergisi, 26 Ekim 1962 tarihinde bir gece yarısı operasyonuyla polis baskınına uğradı. Gerekçe ise; derginin verdiği haberde, hükümetin savunma politikasını sorgulayan, devlete ait gizli bilgilerin ifşa edilmesiydi. Polis baskınında “vatana ihanet” suçlaması yöneltilen derginin genel yayın yönetmeni Rudolf Augstein, yazı işleri müdürleri ve haberi yapan gazeteci Conrad Ahlers tutuklandı. Polis, yazı işlerini basarak arama yaptı ve Spiegel’in yayına hazırlandığı bina uzun bir süre polis kontrolü altında tutuldu. Dönemin başbakanı Konrad Adenauer ise, derginin kurucusu Augstein’e ağır suçlamalarda bulunmaya devam ediyordu. “Bakınız, Augstein adlı kişide iki karmaşık durum birden var. „Bir taraftan da vatana ihanetten kazanç sağlıyor ve bence bu çok kötü niyetli bir yaklaşım.” …diyor Konrad Adenauer.

Alman ordusunun sınırlı savunmasını yazmak, bir ihanet suçu olmuştu. Meselin özü ne idi?
“Spiegel Skandalı” adıyla tarihe geçen bu olay, Almanya’da ikinci dünya savaşından sonra yaşanan en büyük skandallar arasında gösteriliyordu. Totaliter bir devlet yapısının olduğu Nasyonalist sosyalizm döneminden sonra Almanya’da ilk kez bir yayın organı, devlet güvenlik birimleri tarafından eleştiren gazetecileri susturmak amacıyla basılmış olması ilk defa yaşanıyordu. Almanya şok olmuştu. Spiegel Skandalının patlak vermesine neden olan ise; 10 Ekim 1962 tarihinde NATO Tatbikatında gözlenen ve bir üst subayın dergiye sızdırdığı “Fallex 62 Nato tatbikatı” ile ilişkin “Sınırlı Savunma” başlığı ile yayınlanan haberdi.

Haberde Konrad Adenauer hükumetinin savunma stratejisini eleştiren gazeteci Conrad Ahlers, hükümetin savunma politikasında büyük açıklar olduğuna dikkat çekiyordu. Bunun sorumlusu olarak gösterilen isim ise, dönemin Savunma Bakanı Franz Josef Strauss idi.
Alman NATO birliklerinin gücü, askerlerin teçhizatı ve olası bir savaş durumunda hareket kabiliyetinin eleştirildiği bu analiz haberde, askeri bilimsel araştırmalara dayandırılıyordu. Haberde gizli bir belge de ifşa ediliyordu. Ancak Ahlers’in yazısını büyük oranda askeri bilimsel araştırmalara dayanarak kaleme alması, Savunma Bakanlığının talimatıyla soruşturmayı başlatan savcı Siegfried Bauback’ı hiç ilgilendirmedi. Savcı, iddianamesinde “vatana ihanet arz eden eylem ve rüşvet alma” suçlarına yer verdi.
Konu meclise taşınmıştı.
Federal Meclisin konuyla ilgili özel oturumunda, Savunma Bakanı Franz Jose Strauss ise polis baskınındaki rolünün sanıldığı kadar büyük olmadığını iddia ediyor ve ısrarla; „16 Ekim ile 26 Ekim arasında hiçbir görüşmeye katılmadım. Ancak tabii ki yetkili kişilerden böyle bir operasyonun yürütüldüğüne dair bilgiler aldım. Daha fazlasını bilmiyordum. Nasıl gerçekleştiğini bilmiyordum, ne zaman olduğunu bilmiyordum, kiminle ilgili olduğunu da bilmiyorum” diyordu.
Olay kamu oyuna aksamıştı ve geniş yankıların eşliğinde tüm Alman halkı tarafından şaşkınlıkla izlenirken, Spiegel dergisine sahip çıkılıyordu ve olayın yasa dışı bir mesele olduğu akıllarda iz bırakıyordu.
Olay; Almanya’da basın özgürlüğüne bir saldırı olarak yorumlanmaya başlanmıştı. Alman kamuoyunun desteği de gazete çalışanlarının arkasındaydı. Strauss’un operasyonla doğrudan ilgisi olmadığı yönündeki açıklamalarının ardından, beklenen gerçek skandal patlak verdi. Gazeteci Conrad Ahlers’in, dönemin Savunma Bakanı Strauss’un müdahalesiyle, üstelik yasalar hiçe sayılarak tutuklandığı açığa çıktı. Dönemin Federal iç işleri bakanı Hermann Höchler de sözleriyle; “açıkça görülüyor ki, burada da (mecliste) böyle bir süreç izlendi. Bunu nasıl demeli, bu… meşruiyetin biraz dışında kalıyor” diyerek federal mecliste sürecin yasalara aykırı olduğunu itiraf ediyordu.
Konu uzun. Sonuca bakalım.
Spiegel olayı henüz meclisin gündemine gelmeden önce, Konrad Adenauer hükümeti için başlı başına bir skandala dönmüştü.
Operasyonun arkasındaki kişi olduğu ortaya çıkan dönemin Savunma Bakanı Franz Josef Strauss istifa etmek zorunda kalmıştı. Çok geçmeden Adenauer kabinesinin tamamı aynı sonla karşılaştı. Yayımcılar, gazeteciler, sendikalar ve meslek örgütleri ise Spiegel’e sahip çıkmış, hükümetin üzerinde büyük bir baskı oluşturulmuştu. Almanya’nın her yerinde hukuk devleti ilkesine bağlı kalınması ve basın özgürlüğü için protestolar düzenlendi. Der Spiegel’in eski genel yayın yönetmenlerinden Stefan Aust günümüzde geriye dönük olarak: “o dönemde demokrasi tehdit altındaydı” diyor. Stefan Aust: “Spiegel Skandalının açığa çıktığı dönemde demokrasi gerçekten de tehdit altındaydı. Bu olay, devlet otoritesinin hukuki araçlar kullanarak yetkilerinin dışına çıkmasıydı.“
Yayım yönetmeni Augstein 103 gün hapiste kaldı. Spiegel Skandalı, antidemokratik uygulamaların, basın özgürlüğüne karşı uygulamaların çok ciddiye alınması gerektiğini göstermesi bakımından önemli bir semboldü”. …diyor tecrübeli Stefan Aust.

Savcının tüm gayretlerine rağmen; dergide çalışanlar hakkındaki iddialar mahkemede kanıtlanamadı. Federal Mahkeme, 1965 yılında Augstein ve Ahlers hakkında gizli bir belgeyi ifşa ettikleri suçlamasını geri çevirdi ve hatta kararda; savunma bakanı Strauss’un görevini kötüye kullandığının altı çizildi.

1) 103 gün üzerine ceza evinden çıkan genel yayım yönetmeni Augstein, işinin başına geçti.
2) 13 Mayıs 1965 tarihinde Federal yüksek mahkeme davayı ret ederek geri çevirdi.
3) 2 Haziran tarihinde Federal savcı savunma bakanı Strauss’un hakkında; „makamı kötüye kullanmaktan, özgürlüğü kısıtlamaktan“ suç duyurusunda bulundu.
4) 23 Aralık tarihinde bağımsız üçüncü bir heyet, haberin devlet sırrı olmadığını ve bununla beraber vatana ihanet olarak görülmesi mümkün değildir. …diye Spiegel dergisinin asılsız ve hiç bir sebebi olmadan mahkemeye verilmesinin yanlış ve hatalı olduğunun altını çizmiş oldu.

Evet sevgili okuyucularım. Basın özgürlüğü olmayan bir ülkede, siyaseti denetlemek mümkün değildir. İster beğenin, isterseniz beğenmeyin. Sonunda bunun adı siyasettir, denetlenmez ise, acısı fena olur.
Kaynak: Tüm batı medyasında görmek, okumak mümkündür. Hatta savcının tüm şikayet raporunu dahi açıklığıyla izlemek de dahil. Davanın metni, Federal arşivde mevcut dur.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
28.11.2015

 

BATI CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK

Doksan yıllık ama eskimeyen bir eser, tıklayın, indirin ve mutlaka okuyun!